Cumartesi, Aralık 29, 2007

şizoid b.k

sırf kendini üzmemek için birilerini üzmeye alışmak kalbi taşlaştırır mı? yoksa bu büyümenin bir başka tanımı mıdır? ben çok üzülüyorum.

Perşembe, Ağustos 09, 2007

bir neni hayat felsefesi

Diogenes was asked, "What is the difference between life and death?

"No difference."

"Well then, why do you remain in this life?"

"Because there is no difference."


ya sanırım ben de böyle yaşıyorum. heheh. kaynak

Pazar, Temmuz 15, 2007

ayrık

geçenlerde şans eseri bişey öğrendim. öğrendiğim şey üstüne düşünüyorum bir kaç gündür. biraz da aratırma yaptım, yapıyorum. çok eğlenceli ve garip noktalara ulaştım hemen paylaşmam lazım.

öğrendiğim şey şuydu: babam benim mental (kafa yapısal?) olarak sağlıklı ya da normal olmadığımı düşünüyormuş. annem ve babam dayımın da şizofrenik durumları olduğunu düşünüyorlardı. bu yüzden ne düşünebileceğini biraz düşündükten ve araştırdıktan sonra benim şizoid olduğumu düşündüğünü farkettim.

şizoid ne demek? şizoid özetle şu demekmiş [1]: insan ilişkilerine ve sosyal hayata ilgisiz olan. kaynak olarak gösterdiğim wikipedia'da bunun etkileri ve sonuçları hakkında çok detaylı bilgilere ve araştırmalara ulaşabilirsiniz.

şimdi. öncelikle şunu belirteyim, çok normal bir insan olmadığımın farkındayım. normal, sıradan olmamak için de çaba sarfeden biriyim. fakat bunu yalnızca şekilsel biçimde ben farkılıyım diyerek ya da ben öyleyim böyleyim diyerek yapmaya çalışmıyorum. "hasta", "farklı" olarak tanımlanmaktan çok büyük bi keyif almıyorum. ama her insanın olduğu kadar biriciğim (unique) ben de.

daha önce bir çok kereler söylediğim gibi aslında buraya yazarak en çok kendimi tanımaya ve anlamaya çalışıyorum. mühendislikten gelen bir düşünce yapısı ile bir şeyin en işe yarar şekilde kullanılması gerektiğine inanıyorum. burdaki şey tanımı insanlar için de geçerli. kendimi yeterince tanıyabilir ve anlayabilirsem, dünyaya en çok katkıyı sağlayabileceğime inanıyorum. bu yüzden kendimi tanıma çabam sürüyor.

tanımlar ikiye ayrılır: definitive ve declarative olarak. bu isimleri uydurdum. ama şimdi altlarını dolduracağım. declarative tanım: bir nesneyi göstererek "bu kalemdir." dersiniz. bu nesnenin biçiminden, şeklinden, kullanım amacından bağımsız olarak o nesne artık kalemdir. kalem iyi bir örnek olmadı belki. başka bir örnek verelim. bir insana "sen kralsın" dersiniz, ya da o der farketmez. krallık konumunun belli özellikleri vardır. hükmeder, yönetir, imtiyazlıdır, haklarını çocuklarına aktarabilir vb. bir insan bunları yapamadığı halde o kişiye kral deniyorsa bir sorun var demektir. bakıldığında adı kraldır ama krallık özelliklerini tam olarak yerine getiremiyordur. shakespeare'in macbeth karakteri de bu kavram üzerine kuruludur. kendisi kral olmuştur fakat kendinden sonra duncan'ın (?) çocukları kral olacaktır. bu yüzden krallığının altını hiç bir zaman tam olarak dolduramaz ve bunun anksiyetesini yaşar. "adı" kraldır, "kendi"sinin krallığı tartışılır.

definitive tanım ise bir şeyin olduğu halden kaynaklanarak aldığı bir isimdir. bir çubuk bir şeylere sürtüldüğünde o şey üzerinde izler bırakabiliyorsa, bu izler ile birşeyler anlatılabiliyorsa, adı ne olursa olsun o çubuk bir "kalem"dir. bir insanın bütün ülkede hükmü geçiyosa, çocuklarına haklarını devredebiliyosa v.b. o insan o ülkenin kralıdır. daha doğru olabilmesi için bu yaptığım açıklamaların altını biraz daha doldurabilirim ama okuyucunun iyi niyetine dayarak konuyu daha fazla değıtmak istemiyorum.

rasyonel dünya bir şeyleri tanımlamak, tanılamak üzerine kurulmuştur. tanımladığınız şeyi artık "bilirsiniz". bilmemenin verdiği korku, endişe ve tekinsizlik duygusu yerini tanışıklığın, bildikliğin, yalnız olmadığınızın (çünkü sizin hissettiklerinizi hisseden ve bu tanımı paylaşan başkaları da vardır) verdiği güven duygusuna bırakır. bu yüzden tanımlamak hayatımızı kolaylaştırır.

benim için birilerinin beni herhangi bir şekilde tanımlaması önemli değil. çünkü aynı adım da olduğu gibi böyle bir tanım öncelikle declarative'dir. birileri bana emin demiş, başkası memin demiş. ne farkeder ki? fakat bu şizoid olayını biraz araştırdım. tanımlar, deneyimler, içsel ve dışsal görünümler bana bayaa bi uydu. şimdi diyebilirim ki bende şizoid kişilik bozukluğu var. hemen açıklayalım, şizoidlik bir hastalık değil, bir kişilik bozukluğu (personal disorder).

tanımlar üzerine konuşmaya devam edelim. tanımlarının bana uyması, benim şizoid olmam ne anlam ifade ediyor? evet başka şizoidlerle ortak özellikler taşıyoruz, benzer olaylara benzer tepkiler veriyoruz. ama eee? yine de her birimiz biriciğiz. bunu bilmek bize ne kazandırıyor? aslında bu rasyonelitenin temel açmazlarından biridir. matematikte her zaman iki artı iki dört eder. fakat gerçek hayat hiç bir zaman öyle değildir. iki tane 1 rakamı birbirinin aynısı olarak ele alınabilse de iki tane elma hiç bir zaman birbirinin tıpatıp aynısı değildir. fakat işlerimizi kolaylaştırması açısından ikisini birbirine denk olarak düşünürüz, ikisini ayrı ayrı tanımlamamak için. sayıları ve isimlendirmeyi kolaylık açısından daha çok işlevsel olarak ele alırız. benim şizoid olarak tanımlanmam benim diğerleriyle aynı özellikleri taşıdığım anlamına gelmiyor. fakat yine de ortak özellikler taşıyoruz. benim de amaçladığım bu zaten. başka insanların deneyimlerinden de yararlanmak. -- bu paragraf biraz anlamsızlaşmaya başladı, burda keselim.

başka bir konu: benim şizoid olduğumu düşünen insanların tepkisi. örneğin patronum bana acıyor ve bana yardımcı olmaya çalışıyor. garip di mi? babam da beni sonsuz özgür bırakmış durumda. aslında yıllardır çabaladığım şeylerden birisi bu. sonsuz özgür olabilmek, davranışlarımdan dolayı sorumlu tutulmamak, istediğim gibi hareket edebilmek. hoş bunun mümkün olamayacağını evangelion söylüyordu ama olsun. ben denedim. kendi yolumu kendim çizmek istedim. neyse bu insanlar beni anlamaya, bana yardımcı olamaya çalışıyorlar. bu garip bi durum. bana özel bir ilgi gösteriyorlar. benim normal olmadığımı düşünüyorlar. daha fazla açıklayamayacağım ama bu garip bir durum bence.


bir de ben şimdi şizoidim ya. hehe. benim kişiliğimde bozukluklar var. "normal" insanlar gibi düşünmüyorum, düşünemiyorum, davranmıyor ve davranamıyorum. bu da garip değil mi? hoş tabii böyle bir tanımı yapmadan önce de bunlar geçerliydi ama şimdi daha bi başka sanki. böyle bir tanım yapıldıktan sonra düşündüğüm, yaptığım şeylerin başka insanlarınkinden biraz daha farklı olduğunu biliyorum artık. bu yüzden insanlarla kuracağım ilişkiler biraz daha tekinsiz olacak artık. hmm. peki.

aslında şizoidliğin tanımına nasıl da uyduğumun örneklerini de vermek isterdim, yani okuyunca anaa, dedim bunlardan bana çok uyuyor. ama üşeniyorum şimdi. bi de bakın ben şöyleyim böyleyim demeyi pek sevmiyorum. çok declarative geliyor. hehe. bunu söylememiştim sanırım: ben declarative tanımları sevmem.

neyse böyle işte. kendime bir tanım daha buldum. hem de bayaa definitive. ayrıca benim gibi insanlara davranışı bozuk da deniyormuş. bilelim yani bunu. ona göre yaşayalım. bu arada şizoidlik ile şizofreni birbirinden çok ayrı şeyler. yalnızca ikisi de ayrık anlamına gelen schiz- kökünden geliyor.

saygılar, sevgiler...

Perşembe, Haziran 28, 2007

pure and innocent

oha yaa. ben ne saf ve temiz bi insanım. bi de dürüst. ondan yaşayamıyom bu hayatı. çok acı yahu. neyse, herkes beni süper hin, kurnaz ve iş bilir biliyo. varsın şanım yürüsün anasını satayım...

Pazartesi, Haziran 18, 2007

mutluyum ben

Çok mutluyum yaa. Mutlu olunca buralara pek yazılmaz gerçi. Bunu da noktafa dedi, yazsana diye. E adam haklı. Bi şeyler paylaşıyosak okuyanlarla mutluluk da paylaşmak lazım.

Bünyem uzun süredir iyi hissetmek için bahane arıyodu. Ve sonunda bi tane buldu, buldum, bulduk. Hmm. Sanırım o beni buldu.

Bi şarkı vardı: aşik desen değilim, bir harmanım bu aksam, diyordu. An itibariyle sozleri ben uydurmuş olabilirim. Evet. Aşık değilim sanki ama aşık gibiyim de bi yandan. Pek mutluyum.

Son 1 haftadır olaylar cok guzel gelişti. Yeni telefonum da çok güzel. Eheh.

Durum şöyle sanki: Kaldirimin kenarında dengemi sağlamaya çalışarak yürürken birden dengemi kaybettim. Ve kendimi bir anda bir kızın kollarında buluverdim. Haha kim bu kız yaa?

Walla bünyem sevgiye susamış, haberim yok. Hayatıma bir guneşin doğduğu şu günlerde kendime mutluluklar, patronuma da allahtan sabır diliyorum. Eheh patrona kitap yazdiricam yakinda: "Bir Nihiliste Nasıl iş Verdim ya da Becerikli de Pezemenk"

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

doymayan anorgul

yıllar önce milliyet gazetesi bir çizgi roman eki vermişti. daha doğrusu bir çizgi hikayeyi 4 bölüm halinde vermişti. o yıllarda ben bilmezdim fantazi edebiyatı nedir. yüzüklerin efendisinin henüz türkçe'ye çevrilmediği yıllardı. ama bu çizgi öykümüz bir fantazi hikayesiymiş. konusu kısaca şöyleydi:

köylerde ilüzyon numaraları ile para kazanmaya çalışan bir sihirbaz vardı. böyle kaybetme numarası falan yaparak tavuk alıyodu insanlardan. sonra bi de küçük bi adam vardı. 20 küsürlerinde olduğunu söylemesine rağmen 7 yaşında falan gösteriyodu. bunlar bi şekilde tanışıp büyücünün dağ başındaki evine gidiyorlardı. bu küçük adamın aslında bir "orman cini" olduğunu ve çok uzun yaşadıkları için böyle küçük gösterdiğini söylüyodu büyücü. "orman cini"nin elf'in türkçesi olduğunu bilmiyoduk tabii o zamanlar. sonradan bir de kaslı bir savaşçı katılıyordu bunlara bir şekilde. bunlar bir "party" oluyorlardı ve birazdan bahsedeceğim bir maceraya atılıyorlardı beraberce.

party'miz toplanırken başka bir yerlerde iki tane garip adam taşlaşmış bir ordunun yanından falan geçip bir binaya giriyorlardı. herkesin ve herşeyin taşlaşmış olduğu bu binada "doymayan anorgul" dedikleri bi şeyi uyandırmaya çalışıyolardı. bu anorgul da böyle kocaman, iki katlı bina gibi bişeydi. tahtında oturuyordu. güya bunlar (ki ikisi ikiz kardeşmiş) anorgul'u uyandırınca ona ve ordularına hükmedebileceklermiş. bi de bu ikisinin arasındaki konuşmalar hep düşünce balonu şeklindeydi. meğer ikisi aralarında telepati kurabiliyorlarmış. ortamı düşünsenize, taşlaşmış uşakların, askerlerin, atların arasında hiç konuşmadan bişeyler yapmaya çalışan iki tip.

efendim bunlar anorgul'un yanında bişeyler okuyup falan uyandırıyorlardı elemanı. eleman da uyandığı gibi iki eliyle adamları çat diye yakalıyodu. bunlar "itaat et bize" falan derken bir anda durumu kavrayıp, "noolur yemeyin bizi yüce anorgul" diye yalvarmaya başlıyorlardı. anorgul da bi kahkaha atıp, "ne yiycem lan sizi" diyodu. adı "doymayan anorgul" ya ondan bunlar da herşeyi yediğini sanmışlar. böyle böyle diye anlatınca, anorgul da "len ibişler," diyodu, "ben çok yediğimden değil, bilgiye doymadığımdan bana bu ismi verdiler, şimdi yeniden uyandığıma göre, bilgiye devam." sonra efendim bu telekipatiklerden birini yanında tutup, diğerini de ordusunun yanına verip, ordusunu yeni seferlere yolluyordu. böylece ordusu ile kendisi arasında özel hat çektirmiş gibi oluyodu. istediği zaman bedavaya konuşabiliyodu.

anorgul'un ordusu gidip kütüphaneleri falan yağmalıyodu. kütüphanedeki kitapları da anorgul'a götürüyodu. anorgul da kitapları hazmederek yeni bilgiler ediniyordu. bu işi kitapları okuyarak mı yapıyordu, yiyerek miydi hatırlamıyorum. bu arada kütüphanedekiler de halk falan değildi. sakallı sakallı felsefeci tiplerdi.

sonra da işte başta toparlanan "party"miz, anorgul'u öldürerek bu "zorbalık"larına son veriyordu.

şimdi düşündüm de yeniden, genel olarak fena da değilmiş hani konusu. ama bu öyküde beni en çok etkileyen ve yıllardan aklımdan çıkmayan şey anorgul'un doymama durumuydu. bilgiye açlık.

geçenlerde bi arkadaşla yazışırken, ona hayatımı oluşturan şeylerin ne kadar da değersiz olduğundan bahsettim. tabii bunu anlamasını beklemiyordum. sonra düşündüm. beni çok uzun süredir tanıyan bu insana desem ki: sence benim için en değerli olan şey nedir? kesinlikle beklemediğim ve beni hiç tatmin etmeyecek bir cevap verecekti, hala da verebilir. sırf bozulmamak için sormuyorum soruyu. ama sorabilirim de bir gün. -- bu noktada bir durun. kendiniz için en önemli olan şeyi düşünün, ya da tanıdığınızı sandığınız insanlar için en önemli olan şeyi. bakın bakalım kimi ne kadar tanıyosunuz. -- neyse. olay şu ki; bu sorunun cevabını benim de bilmediğimi farkettim. işin garip yanı, benim için de cevaplaması kolay olmayan bir soruydu. bu yüzden öncelikle tanıdığımı düşündüğüm insanlar için cevap vermeye başladım. az çok cevaplar verebildikten sonra, şişenin ucu yine bana geldi.

şu hayatta benim için önemli olan şey neydi? inan ki hala emin değilim. çünkü ben yıllardır maksimum mobilize bir hayat sürebilmek için çevremde bulunan herşeyin değerini indirgedim. kendi istek ve arzularım da dahil bu duruma. yani şu anda deli gibi kullandığım bi şeyi, çok görüştüğüm bir arkadaşımı, vazgeçilmez duran bir konumu hayatımdan çıkarırsanız çok bişey olmaz bana. aynı şekilde çok istediğim bir şeyi, uzun zamandır planladığım ya da uğruna bişeyler feda etmekten kaçınmadığım bir eylemi yapmaktan da son anda vazgeçebilirim. hal böyle olunca da benim için değerli olan bir şeyi bulmak da benim için kolay değil. ama belki dışardan olaylar farklı görünüyordur, farklı görünüyorumdur.

böyle hayat önemsiz, değersiz falan diyince punk bir insan olduğumu da düşünmeyin sakın. bu kadar değersizlik içinde hala çalışmayı, sabretmeyi, kendini feda etmeyi bir çeşit ibadet olarak görürüm. bu yüzden öyle ilk bakışta anlaşılmaz ne menem bişey olduğum. hmm, ya da belki herşey belli oluyodur da, ben kendimi böyle süper farklı bi insan falan sanıyorumdur. bu da mümkün tabii.

şimdi gelelim çizgi öyküye. benim için önemli olan şeylerden birinin bilgi olduğunu farkettim. daha fazla şey öğrenebilmek için yapmayacağım çok az şey olduğu biliyordum ve hala da bunun farkındayım. bilgi edinmeyi seviyorum. hayatımın en önemli şeyi mi? buna evet diyemem. ama hala önem ve değer verdiğim şeylerden biri olduğu kesin. hatta şimdi düşünüyorum da, bana bişeyler katmayacak biri ile görüşmeyi sevmiyorum, bana yeni bilgiler vermeyecek bir kitabı okumaya değer bulmuyorum, kafamı karıştırmayacak filmleri izlemek istemiyorum. bilgi birikimime bişeyler katmadan, yalnızca olanı kullanarak yapılması gereken işleri de sevmiyorum. bilgi beni özgürleştiriyor. bilmediğim bir durum varsa kendimi kapana kısılmış hissediyorum. yani doymayan anorgul'du o çizgi öyküde özdeşleştiğim kahraman, anti-kahraman. öldürdüler onu da, pisler. gerçi tabii ordu toplamış falan, abartmış o da.

velhasılı efendim bilmek iyidir. severim.

Cumartesi, Şubat 17, 2007

ya geride kalanlar?

sonlar üstüne düşündüm bu ara. son. son. son. kişisel tarih sonundan ele alalım incelemeye. kişisel tarihin sonu ne zaman gelir? eğer başka bir aksaklık yoksa, insan öldüğü zaman kişisel tarihinin de sonu gelmiş demektir. peki, o zaman gelin ölümü toplumsal bir olgu olarak incelemeye çalışalım, yarım yamalak, kıçtan patlak bilgilerimizle. şimdi baştan söyleyeyim, bu yazıda çok fazla "ölüm" kelimesini kullanacak gibi görünüyorum. bu rahatsız edici bir kelime. pek sevmiyorum kullanmayı. ama kaçışım(ız) yok gibi görünüyor. haa bir de kaynakları tek tek belirtmemekle birlikte bülent somay'ın dersinde dinlediğim bir çok şeyi kullanmayı planlıyorum yazıda. ulan bu adam bunları nerden düşünüyo demeyin, çoğunu çalıp çırpıcam. bu kadar da açık sözlüyüm.

insanlık tarihinde ölüm, siyasallaşmaya başlayan ilk olgulardan biridir. yani ilk politikalar ölüm üzerinden yürütülmüş insanlık tarihinde. bunun çok açık bir sebebi var. ölüm kendisi bir son olmakla birlikte çok önemli bir şeyin de yaratıcısıdır. ölüm, elimizdeki en önemli fırsat olan "yaşam"ı yaratır. ölünmeyen bir dünya düşünebiliyor musunuz? düşünemiyoruz tabii. şöyle yaklaşalım: şu anda bizim için ormanlar önemli. eskiden olduğundan çok daha değerli. neden? çünkü tükeniyorlar. tükenebileceklerini farkediyoruz. 500 yıl önce insanlar için olduğundan çok daha farklı anlamlara sahip ormanlar bizim için. sonu olan şeyler artık ormanlar. hiç tükenmeyeceğini bildiğiniz bir şey düşünün. benim aklıma nerdeyse hiç birşey gelmiyor. çünkü bir çok şeyi kavramamız o şeyin tükenmeye yüz tutmasıyla, sonunun olduğunun farkına varmamızla başlıyor. yani kısaca bir şeyi yaratan, ya da şöyle diyelim ki tartışmalara meydan vermeyelim, bir şeyin değerinin, cisminin anlaşılması o şeyin "son"u kavramıyla birlikte geliyor.

şimdi tekrar dönelim ölüme. cenaze törenleri neden yapılır? yakını ölen birine neden "başın sağolsun" denir? bu ikinci söylediğim ölümün toplumsal anlamına dair çok önemli ipuçları taşısa da başka bir örnekle anlatmak istediğimi biraz daha pekiştireyim. özellikle amerika kıtasında yaşayan afrika kökenli insanların cenaze törenlerinden bahsedeyim. bu törenlerde cenaze gömülmeye götürülürken bir ağıt şarkısı çalınır. cenaze gömüldükten sonra geri dönerken ise çok daha neşeli şarkılara yer verilir (ki cazın doğuşunda da bu müzikler önemli yer tutmaktadır.). bu (psödo-)neşenin nedeni ölenle ölünmemesi gerekliliğidir. ölenin ve bir kavram olarak ölümle yüzleşmenin ardından yaşamın yeniden kutsanmasıdır. bir kişinin ölmesi o kişinin artık içinde bulunamadığı bir durumun içinde bizim hala bulunduğumuzu hatırlatır bize. bunu hatırlamak isteriz. ölüm, son, yaşamı yaşam yapan şeydir.

peki ölünün ardından gelen başka sorunlar yok mudur? vardır. ya da şöyle söyleyelim, ölüm bilindik bir şey midir? evet bilindiktir. en azından yaşayanlar tarafında olan bizler için. ölen insanın yaşamı son bulmuştur. o artık yaşamamaktadır, aramızda değildir. şimdi başka bir örnek verelim: şimdilerde yunan mitojisi olarak bildiğimiz, yaşadığımız toprakların eski inanışlarında ölenler hades'e (ölüler diyarına) doğru yola çıkar. orda bir nehir vardır. adı styx'tir. bu nehir ölüler dünyası ile yaşayanlar dünyasını birbirinden ayırır. bu nehrin üstünde bir kayıkçı vardır. bu kayıkçının adı phlegyas'tır. bu kayıkçı ölüler diyarına gidenlere nehri geçirir. ve bu nehri geçirirken de para ister. hades'e gidenlerin bu parayı ödeyebilmeleri için ölenlerin bedenleri yakılarak göğe yükseltilmeden önce gözlerinin üstüne birer tane para konur. neden gözlerinin üstüne konduğu ise ayrı bir konudur. bu konu başka bir zaman irdelenir. şimdi, ölene son borcumuz gibi görünen bu para koyma hadisesinde yalnızca bir borç ödemeden öteye geçen başka durumlar da söz konusudur. hades'e giden kişi parayı ödeyemezse, nehri geçemezse ne olur? geri dönebilir. evet. son, son olamayabilir. hades'e gidemeyen bir kişi bizim dünyamıza geri gelebilir. ve bu çook ciddi bir sorundur.

ölümle ilişkimiz çok da normal olarak hep yaşam tarafındandır. yani ölüm bizim için yaşamın sonudur. bir sondur. son olarak kalmalıdır. ölümün son olarak kalmaması, en azından bizim bildiğimiz dünyayı sonlandırmaması bizi büyük bir bilinmezliğe sevkeder. bu bilinmezlik rahatsız edicidir. bu rahatsız ediciliğinden dolayı tehlikelidir. öncelikle başka bir sonu yoktur. zaten son olması gereken bir şey, son olması nedeniyle öncesini var eden şey, artık bir son değil yalnızca sonunun bilinmediği bir dönüşüm haline gelmiştir. ve sonu olmadığı ya da bilinmediği için varlığı ile de bir kez daha bilinmez, tahayyül edilemez olmuştur. bu riski almak istemeyen insanlar, ölülerin kendi diyarlarına geçebilmelerinden emin olmak isterler. o diğer tarafa geçsindir ki biz de bildiğimiz şekilde yasını tutabilelim, yasımız bitince de hayatımıza devam edebilelim. sonu kabul edelim yeni başlangıçlar yapalım.

eskilerde yaşamış ünlü bir insan (adını hatılayamadım şimdi) melankoliyi, şimdilerde bildiğimiz adıyla depresyonu, bunalımı tanımlarken der ki: içimde bir ölü yaşıyor. eveet nereye geldik? yaşayan bir ölüye. hem de içimizde. melankoli halinin çok da normal bir durum olmadığından yola çıkarak, normalde ölülerin ölmesi gerektiği sonucuna bir kez daha varabiliriz. ama bu bizi bir yere götürmez. halbuki bu ruh hali üzerinden biraz daha gidersek daha irdelenesi sonuçlar çıkartabiliriz.

ursula leguin adlı harika kadın der ki: ölümle tanışmamız, büyümemiz, olgunlaşmamız açısından çok önemli bir adımdır. şimdi çocuklara bakalım. onlara göre yaşamları sonsuzdur, anne babaları hep var olacaktır, oynadıkları oyunlar hiç bitmeyecektir vs. "son" kavramı kafalarında yalnızca bir kelimedir ve hep başkaları tarafından dayatılır. ne zaman ki "son"ların kişisel dayatmalar değil, gereklilikler olduğunu anlarız gerçekten büyümeye başlarız. olayları, olguları büyük insanlar gibi algılayabilmeye, varlıklarını gerçek olarak görebilmeye başlarız. çünkü biraz önce de bahsettiğim gibi, sonu bir şeyi vareden en önemli parçasıdır.

hayatımızdaki her şeyin bir sonu olduğunu kabul ettiğimiz zaman hayatı algılayışımız ve kavramları yerlerine oturtmamız kolaylaşır. fakat bununla paralel olarak da yaşamamız bir o kadar zorlaşır. her ne kadar sevmediğimiz şeylerin sonunun olması çok güzelse de sevdiğimiz şeylerin de sonunun olması çok zordur, zorlayıcıdır, üzücüdür.

sonunun olduğunu algıladığımız güzel şeylerden daha kötü birşey daha vardır: sonunun geldiğini kabul etmediğimiz, içimize sindiremediğimiz olaylar. içimizde diri tutmaya çalıştığımız ölüler. sonunu, ölümünü kabul ettiğimiz şeyler ardından yas tutarız, ağlarız, sızlarız, içeriz, üzülürüz, sonra geçer. evet geçer. biten şeylerin yerine yenilerine başlarız, ölmüşlerin yerine yenilerini koyarız. sonu gelecek olan başka şeyler, sonu gelmiş olan şeylerin yerlerine geçerler. hayat devam eder.

sonunu getiremediğimiz şeyler, gömüp oradan ayrılamadığımız ölüler ciddi bir sorundur. bi kere en önemlisi yer işgal ederler. işe yaramayan, yarayamayacak olanlar işe yarar olanların yerlerinde beklerler. sonları da gelememiş olduğu için varlık anlamlarını yitirir başka şeylere dönüşürler. hayatımıza devam etmemizi engellerler. bir bunalım sebebi olarak içimizde dikilirler.

bitemeyen bir ilişki, yaşayan ölüler için çok güzel bir örnektir. adı konmuş ya da konmamış her ilişki biter. bitmeye mahkumdur. varolabilmesi bitebilmesine bağlıdır. başlamamış her ilişki içinde bir umut barındırır. başlamasının umudu. yeni şeylerin umudu. fakat başladıktan sonra ilişkilerin kaçınılmaz sonu bitmesidir. bu ne yazık ki böyledir, üzücüdür, ama böyledir. peki bitecek, üzülücez diye başlamayacak mıyız ilişkilere? hiç akıllıca bir çözüm gibi görünmüyor. çözüm sonu olduğunu bilerek her anın değerini bilebilmekten geçiyor sanırım, hayatın her anını en dolu şekilde yaşamaktan. bitirilemeyen ilişkilere örnek olarak benim okulla ilişkimi vermek isterdim. bitmiyor kardeşim okul. bitirmiyorum. almıyorum diplomamı. almak istemiyorum. bu kadar mantıklı açıklamanın ardından da olsa bitirmek istemediğimi söylemek istiyorum. korkuyorum. ne olacağımdan korkuyorum.

öhm. okuldan daha güzel bir örnek sanırım gönül ilişkileri üzerinden verilebilir. sevdiğiniz bir insanla yaşayabileceğiniz ilişkinin başlamadan önce barındırdığı umutlardan bahsetmeye gerek yok sanırım. peki başladıktan sonra ki güzelliklerden bahsetmeye gerek var mı? bence yok. peki sonlandığı zamanda yaşanan üzüntülerden bahsetmeye gerek var mı? yok. sonlanamadığı zamandan bahsetmeye gerek var mı? evet. gönül ilişkileri genelde karşılıklılık ilkesine dayanır. iki taraf da birbirine vakit ayırır, yanında bulunmaktan keyif alır v.b. ilişkinin sonunda da karşılıklılık ilkesi devam ediyorsa, sorun yoktur. ilişki bitirilir, bitmiş ilişki gömülür, ardından ağlanır, kurtulunur. peki ilişkinin sonu karşılılık ilkesine uymuyorsa. tek taraf hala gömemediyse ilişkiyi... bir dakika. şimdi bakınca gömemeyenin tek taraf olması gibi bir şart olması gerekmediğini farkettim. iki taraf da ilişkiyi gömemeyebilir. ölememiş ilişki iki tarafın da içinde yaşamaya devam ediyor olabilir. buu, kötüdür. üzer. hem de çok, hem de sürekli. bu şekilde bitememiş bir ilişkinin yeniden doğması, tamamen ölmesinden bile daha zordur. zaten yeniden doğsa bile hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktır. peki gömülememiş bir ilişkiden ne zaman kurtulunur? işte bu muammadır. yaşayan ölülerin muamması. yarın da gidebilir hades'e, 10 yıl sonra da. belki de hiç gitmez. eğer üzüntü bize zevk vermiyorsa yapılabilecek, yapılması gereken en önemli şey bir an önce onu olması gerektiği yere göndermektir; bir fotoğrafa, bir hediyeye, bir mekana hapsedip, çekmeceye kilitlemektir, kilitlenmiş çekmeceyi ve içindekileri unutup, yasını tutmak, gömüldüğü yerden çıkmayacağına emin olana kadar hatırlamamaktır. Böyle yapamazsak hayata devam edemeyiz. yaşayamayız, anın tadını çıkaramayız.

insan mantıklı bir hayvan değil tabii. düşünüyoruz, yazıyoruz bunları ama olmuyor, olamıyor. múm diye bir grup var. ben yeni buldum. çok güzel müzikler yapıyorlar. eğer anlayabilirseniz sizi çok mutlu ediyorlar. mutlaka dinleyin. hatta ben yardımcı olayım size:

http://www.youtube.com/watch?v=mfyfbOVaAaY
http://www.youtube.com/watch?v=6nYsBqRjtuw

ama asıl 'asleep on a train', 'awake on a train', 'don't be afraid, you have just got your eyes closed' ve 'i can't feel my hand any more, it's alright, sleep still' dinlemeniz lazım. onları da isteyenlere mail atarım ben ;)