tag:blogger.com,1999:blog-88642512024-03-08T22:59:24.802+02:00memin.iniçimden geçenler mi? evetmeminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.comBlogger50125tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-6420207181909803642007-12-29T03:09:00.000+02:002007-12-29T03:11:41.720+02:00şizoid b.ksırf kendini üzmemek için birilerini üzmeye alışmak kalbi taşlaştırır mı? yoksa bu büyümenin bir başka tanımı mıdır? ben çok üzülüyorum.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-86123650410422387682007-08-09T22:10:00.000+03:002007-08-09T22:12:36.187+03:00bir neni hayat felsefesi<span style="font-family:Garamond;font-size:130%;"> <p>Diogenes was asked, "What is the difference between life and death?</p> <p>"No difference."</p> <p>"Well then, why do you remain in this life?"</p> <p>"Because there is no difference."</p><br /><p>ya sanırım ben de böyle yaşıyorum. heheh. <a href="http://members.optushome.com.au/davidquinn000/Diogenes%20Folder/Diogenes.html">kaynak</a><br /></p></span>meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-29266402756532017362007-07-15T21:08:00.000+03:002007-07-15T22:28:46.015+03:00ayrıkgeçenlerde şans eseri bişey öğrendim. öğrendiğim şey üstüne düşünüyorum bir kaç gündür. biraz da aratırma yaptım, yapıyorum. çok eğlenceli ve garip noktalara ulaştım hemen paylaşmam lazım.<br /><br />öğrendiğim şey şuydu: babam benim mental (kafa yapısal?) olarak sağlıklı ya da normal olmadığımı düşünüyormuş. annem ve babam dayımın da şizofrenik durumları olduğunu düşünüyorlardı. bu yüzden ne düşünebileceğini biraz düşündükten ve araştırdıktan sonra benim şizoid olduğumu düşündüğünü farkettim.<br /><br />şizoid ne demek? şizoid özetle şu demekmiş <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Schizoid">[1]</a>: insan ilişkilerine ve sosyal hayata ilgisiz olan. kaynak olarak gösterdiğim wikipedia'da bunun etkileri ve sonuçları hakkında çok detaylı bilgilere ve araştırmalara ulaşabilirsiniz.<br /><br />şimdi. öncelikle şunu belirteyim, çok normal bir insan olmadığımın farkındayım. normal, sıradan olmamak için de çaba sarfeden biriyim. fakat bunu yalnızca şekilsel biçimde ben farkılıyım diyerek ya da ben öyleyim böyleyim diyerek yapmaya çalışmıyorum. "hasta", "farklı" olarak tanımlanmaktan çok büyük bi keyif almıyorum. ama her insanın olduğu kadar biriciğim (unique) ben de.<br /><br />daha önce bir çok kereler söylediğim gibi aslında buraya yazarak en çok kendimi tanımaya ve anlamaya çalışıyorum. mühendislikten gelen bir düşünce yapısı ile bir şeyin en işe yarar şekilde kullanılması gerektiğine inanıyorum. burdaki şey tanımı insanlar için de geçerli. kendimi yeterince tanıyabilir ve anlayabilirsem, dünyaya en çok katkıyı sağlayabileceğime inanıyorum. bu yüzden kendimi tanıma çabam sürüyor.<br /><br />tanımlar ikiye ayrılır: definitive ve declarative olarak. bu isimleri uydurdum. ama şimdi altlarını dolduracağım. declarative tanım: bir nesneyi göstererek "bu kalemdir." dersiniz. bu nesnenin biçiminden, şeklinden, kullanım amacından bağımsız olarak o nesne artık kalemdir. kalem iyi bir örnek olmadı belki. başka bir örnek verelim. bir insana "sen kralsın" dersiniz, ya da o der farketmez. krallık konumunun belli özellikleri vardır. hükmeder, yönetir, imtiyazlıdır, haklarını çocuklarına aktarabilir vb. bir insan bunları yapamadığı halde o kişiye kral deniyorsa bir sorun var demektir. bakıldığında adı kraldır ama krallık özelliklerini tam olarak yerine getiremiyordur. shakespeare'in macbeth karakteri de bu kavram üzerine kuruludur. kendisi kral olmuştur fakat kendinden sonra duncan'ın (?) çocukları kral olacaktır. bu yüzden krallığının altını hiç bir zaman tam olarak dolduramaz ve bunun anksiyetesini yaşar. "adı" kraldır, "kendi"sinin krallığı tartışılır.<br /><br />definitive tanım ise bir şeyin olduğu halden kaynaklanarak aldığı bir isimdir. bir çubuk bir şeylere sürtüldüğünde o şey üzerinde izler bırakabiliyorsa, bu izler ile birşeyler anlatılabiliyorsa, adı ne olursa olsun o çubuk bir "kalem"dir. bir insanın bütün ülkede hükmü geçiyosa, çocuklarına haklarını devredebiliyosa v.b. o insan o ülkenin kralıdır. daha doğru olabilmesi için bu yaptığım açıklamaların altını biraz daha doldurabilirim ama okuyucunun iyi niyetine dayarak konuyu daha fazla değıtmak istemiyorum.<br /><br />rasyonel dünya bir şeyleri tanımlamak, tanılamak üzerine kurulmuştur. tanımladığınız şeyi artık "bilirsiniz". bilmemenin verdiği korku, endişe ve tekinsizlik duygusu yerini tanışıklığın, bildikliğin, yalnız olmadığınızın (çünkü sizin hissettiklerinizi hisseden ve bu tanımı paylaşan başkaları da vardır) verdiği güven duygusuna bırakır. bu yüzden tanımlamak hayatımızı kolaylaştırır.<br /><br />benim için birilerinin beni herhangi bir şekilde tanımlaması önemli değil. çünkü aynı adım da olduğu gibi böyle bir tanım öncelikle declarative'dir. birileri bana emin demiş, başkası memin demiş. ne farkeder ki? fakat bu şizoid olayını biraz araştırdım. tanımlar, deneyimler, içsel ve dışsal görünümler bana bayaa bi uydu. şimdi diyebilirim ki bende şizoid kişilik bozukluğu var. hemen açıklayalım, şizoidlik bir hastalık değil, bir kişilik bozukluğu (personal disorder).<br /><br />tanımlar üzerine konuşmaya devam edelim. tanımlarının bana uyması, benim şizoid olmam ne anlam ifade ediyor? evet başka şizoidlerle ortak özellikler taşıyoruz, benzer olaylara benzer tepkiler veriyoruz. ama eee? yine de her birimiz biriciğiz. bunu bilmek bize ne kazandırıyor? aslında bu rasyonelitenin temel açmazlarından biridir. matematikte her zaman iki artı iki dört eder. fakat gerçek hayat hiç bir zaman öyle değildir. iki tane 1 rakamı birbirinin aynısı olarak ele alınabilse de iki tane elma hiç bir zaman birbirinin tıpatıp aynısı değildir. fakat işlerimizi kolaylaştırması açısından ikisini birbirine denk olarak düşünürüz, ikisini ayrı ayrı tanımlamamak için. sayıları ve isimlendirmeyi kolaylık açısından daha çok işlevsel olarak ele alırız. benim şizoid olarak tanımlanmam benim diğerleriyle aynı özellikleri taşıdığım anlamına gelmiyor. fakat yine de ortak özellikler taşıyoruz. benim de amaçladığım bu zaten. başka insanların deneyimlerinden de yararlanmak. -- bu paragraf biraz anlamsızlaşmaya başladı, burda keselim.<br /><br />başka bir konu: benim şizoid olduğumu düşünen insanların tepkisi. örneğin patronum bana acıyor ve bana yardımcı olmaya çalışıyor. garip di mi? babam da beni sonsuz özgür bırakmış durumda. aslında yıllardır çabaladığım şeylerden birisi bu. sonsuz özgür olabilmek, davranışlarımdan dolayı sorumlu tutulmamak, istediğim gibi hareket edebilmek. hoş bunun mümkün olamayacağını evangelion söylüyordu ama olsun. ben denedim. kendi yolumu kendim çizmek istedim. neyse bu insanlar beni anlamaya, bana yardımcı olamaya çalışıyorlar. bu garip bi durum. bana özel bir ilgi gösteriyorlar. benim normal olmadığımı düşünüyorlar. daha fazla açıklayamayacağım ama bu garip bir durum bence.<br /><br /><br />bir de ben şimdi şizoidim ya. hehe. benim kişiliğimde bozukluklar var. "normal" insanlar gibi düşünmüyorum, düşünemiyorum, davranmıyor ve davranamıyorum. bu da garip değil mi? hoş tabii böyle bir tanımı yapmadan önce de bunlar geçerliydi ama şimdi daha bi başka sanki. böyle bir tanım yapıldıktan sonra düşündüğüm, yaptığım şeylerin başka insanlarınkinden biraz daha farklı olduğunu biliyorum artık. bu yüzden insanlarla kuracağım ilişkiler biraz daha tekinsiz olacak artık. hmm. peki.<br /><br />aslında şizoidliğin tanımına nasıl da uyduğumun örneklerini de vermek isterdim, yani okuyunca anaa, dedim bunlardan bana çok uyuyor. ama üşeniyorum şimdi. bi de bakın ben şöyleyim böyleyim demeyi pek sevmiyorum. çok declarative geliyor. hehe. bunu söylememiştim sanırım: ben declarative tanımları sevmem.<br /><br />neyse böyle işte. kendime bir tanım daha buldum. hem de bayaa definitive. ayrıca benim gibi insanlara davranışı bozuk da deniyormuş. bilelim yani bunu. ona göre yaşayalım. bu arada şizoidlik ile şizofreni birbirinden çok ayrı şeyler. yalnızca ikisi de ayrık anlamına gelen schiz- kökünden geliyor.<br /><br />saygılar, sevgiler...meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-50870761622723768062007-06-28T18:53:00.000+03:002007-06-28T18:57:46.067+03:00pure and innocentoha yaa. ben ne saf ve temiz bi insanım. bi de dürüst. ondan yaşayamıyom bu hayatı. çok acı yahu. neyse, herkes beni süper hin, kurnaz ve iş bilir biliyo. varsın şanım yürüsün anasını satayım...meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-84576799444971653722007-06-18T09:26:00.000+03:002007-06-18T09:31:05.297+03:00mutluyum benÇok mutluyum yaa. Mutlu olunca buralara pek yazılmaz gerçi. Bunu da noktafa dedi, yazsana diye. E adam haklı. Bi şeyler paylaşıyosak okuyanlarla mutluluk da paylaşmak lazım.<br /><br />Bünyem uzun süredir iyi hissetmek için bahane arıyodu. Ve sonunda bi tane buldu, buldum, bulduk. Hmm. Sanırım o beni buldu.<br /><br />Bi şarkı vardı: aşik desen değilim, bir harmanım bu aksam, diyordu. An itibariyle sozleri ben uydurmuş olabilirim. Evet. Aşık değilim sanki ama aşık gibiyim de bi yandan. Pek mutluyum.<br /><br />Son 1 haftadır olaylar cok guzel gelişti. Yeni telefonum da çok güzel. Eheh.<br /><br />Durum şöyle sanki: Kaldirimin kenarında dengemi sağlamaya çalışarak yürürken birden dengemi kaybettim. Ve kendimi bir anda bir kızın kollarında buluverdim. Haha kim bu kız yaa?<br /><br />Walla bünyem sevgiye susamış, haberim yok. Hayatıma bir guneşin doğduğu şu günlerde kendime mutluluklar, patronuma da allahtan sabır diliyorum. Eheh patrona kitap yazdiricam yakinda: "Bir Nihiliste Nasıl iş Verdim ya da Becerikli de Pezemenk"meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-51440543177390960802007-05-21T01:31:00.000+03:002007-05-21T02:34:00.811+03:00doymayan anorgulyıllar önce milliyet gazetesi bir çizgi roman eki vermişti. daha doğrusu bir çizgi hikayeyi 4 bölüm halinde vermişti. o yıllarda ben bilmezdim fantazi edebiyatı nedir. yüzüklerin efendisinin henüz türkçe'ye çevrilmediği yıllardı. ama bu çizgi öykümüz bir fantazi hikayesiymiş. konusu kısaca şöyleydi:<br /><br />köylerde ilüzyon numaraları ile para kazanmaya çalışan bir sihirbaz vardı. böyle kaybetme numarası falan yaparak tavuk alıyodu insanlardan. sonra bi de küçük bi adam vardı. 20 küsürlerinde olduğunu söylemesine rağmen 7 yaşında falan gösteriyodu. bunlar bi şekilde tanışıp büyücünün dağ başındaki evine gidiyorlardı. bu küçük adamın aslında bir "orman cini" olduğunu ve çok uzun yaşadıkları için böyle küçük gösterdiğini söylüyodu büyücü. "orman cini"nin elf'in türkçesi olduğunu bilmiyoduk tabii o zamanlar. sonradan bir de kaslı bir savaşçı katılıyordu bunlara bir şekilde. bunlar bir "party" oluyorlardı ve birazdan bahsedeceğim bir maceraya atılıyorlardı beraberce.<br /><br />party'miz toplanırken başka bir yerlerde iki tane garip adam taşlaşmış bir ordunun yanından falan geçip bir binaya giriyorlardı. herkesin ve herşeyin taşlaşmış olduğu bu binada "doymayan anorgul" dedikleri bi şeyi uyandırmaya çalışıyolardı. bu anorgul da böyle kocaman, iki katlı bina gibi bişeydi. tahtında oturuyordu. güya bunlar (ki ikisi ikiz kardeşmiş) anorgul'u uyandırınca ona ve ordularına hükmedebileceklermiş. bi de bu ikisinin arasındaki konuşmalar hep düşünce balonu şeklindeydi. meğer ikisi aralarında telepati kurabiliyorlarmış. ortamı düşünsenize, taşlaşmış uşakların, askerlerin, atların arasında hiç konuşmadan bişeyler yapmaya çalışan iki tip.<br /><br />efendim bunlar anorgul'un yanında bişeyler okuyup falan uyandırıyorlardı elemanı. eleman da uyandığı gibi iki eliyle adamları çat diye yakalıyodu. bunlar "itaat et bize" falan derken bir anda durumu kavrayıp, "noolur yemeyin bizi yüce anorgul" diye yalvarmaya başlıyorlardı. anorgul da bi kahkaha atıp, "ne yiycem lan sizi" diyodu. adı "doymayan anorgul" ya ondan bunlar da herşeyi yediğini sanmışlar. böyle böyle diye anlatınca, anorgul da "len ibişler," diyodu, "ben çok yediğimden değil, bilgiye doymadığımdan bana bu ismi verdiler, şimdi yeniden uyandığıma göre, bilgiye devam." sonra efendim bu telekipatiklerden birini yanında tutup, diğerini de ordusunun yanına verip, ordusunu yeni seferlere yolluyordu. böylece ordusu ile kendisi arasında özel hat çektirmiş gibi oluyodu. istediği zaman bedavaya konuşabiliyodu.<br /><br />anorgul'un ordusu gidip kütüphaneleri falan yağmalıyodu. kütüphanedeki kitapları da anorgul'a götürüyodu. anorgul da kitapları hazmederek yeni bilgiler ediniyordu. bu işi kitapları okuyarak mı yapıyordu, yiyerek miydi hatırlamıyorum. bu arada kütüphanedekiler de halk falan değildi. sakallı sakallı felsefeci tiplerdi.<br /><br />sonra da işte başta toparlanan "party"miz, anorgul'u öldürerek bu "zorbalık"larına son veriyordu.<br /><br />şimdi düşündüm de yeniden, genel olarak fena da değilmiş hani konusu. ama bu öyküde beni en çok etkileyen ve yıllardan aklımdan çıkmayan şey anorgul'un doymama durumuydu. bilgiye açlık.<br /><br />geçenlerde bi arkadaşla yazışırken, ona hayatımı oluşturan şeylerin ne kadar da değersiz olduğundan bahsettim. tabii bunu anlamasını beklemiyordum. sonra düşündüm. beni çok uzun süredir tanıyan bu insana desem ki: sence benim için en değerli olan şey nedir? kesinlikle beklemediğim ve beni hiç tatmin etmeyecek bir cevap verecekti, hala da verebilir. sırf bozulmamak için sormuyorum soruyu. ama sorabilirim de bir gün. -- bu noktada bir durun. kendiniz için en önemli olan şeyi düşünün, ya da tanıdığınızı sandığınız insanlar için en önemli olan şeyi. bakın bakalım kimi ne kadar tanıyosunuz. -- neyse. olay şu ki; bu sorunun cevabını benim de bilmediğimi farkettim. işin garip yanı, benim için de cevaplaması kolay olmayan bir soruydu. bu yüzden öncelikle tanıdığımı düşündüğüm insanlar için cevap vermeye başladım. az çok cevaplar verebildikten sonra, şişenin ucu yine bana geldi.<br /><br />şu hayatta benim için önemli olan şey neydi? inan ki hala emin değilim. çünkü ben yıllardır maksimum mobilize bir hayat sürebilmek için çevremde bulunan herşeyin değerini indirgedim. kendi istek ve arzularım da dahil bu duruma. yani şu anda deli gibi kullandığım bi şeyi, çok görüştüğüm bir arkadaşımı, vazgeçilmez duran bir konumu hayatımdan çıkarırsanız çok bişey olmaz bana. aynı şekilde çok istediğim bir şeyi, uzun zamandır planladığım ya da uğruna bişeyler feda etmekten kaçınmadığım bir eylemi yapmaktan da son anda vazgeçebilirim. hal böyle olunca da benim için değerli olan bir şeyi bulmak da benim için kolay değil. ama belki dışardan olaylar farklı görünüyordur, farklı görünüyorumdur.<br /><br />böyle hayat önemsiz, değersiz falan diyince punk bir insan olduğumu da düşünmeyin sakın. bu kadar değersizlik içinde hala çalışmayı, sabretmeyi, kendini feda etmeyi bir çeşit ibadet olarak görürüm. bu yüzden öyle ilk bakışta anlaşılmaz ne menem bişey olduğum. hmm, ya da belki herşey belli oluyodur da, ben kendimi böyle süper farklı bi insan falan sanıyorumdur. bu da mümkün tabii.<br /><br />şimdi gelelim çizgi öyküye. benim için önemli olan şeylerden birinin bilgi olduğunu farkettim. daha fazla şey öğrenebilmek için yapmayacağım çok az şey olduğu biliyordum ve hala da bunun farkındayım. bilgi edinmeyi seviyorum. hayatımın en önemli şeyi mi? buna evet diyemem. ama hala önem ve değer verdiğim şeylerden biri olduğu kesin. hatta şimdi düşünüyorum da, bana bişeyler katmayacak biri ile görüşmeyi sevmiyorum, bana yeni bilgiler vermeyecek bir kitabı okumaya değer bulmuyorum, kafamı karıştırmayacak filmleri izlemek istemiyorum. bilgi birikimime bişeyler katmadan, yalnızca olanı kullanarak yapılması gereken işleri de sevmiyorum. bilgi beni özgürleştiriyor. bilmediğim bir durum varsa kendimi kapana kısılmış hissediyorum. yani doymayan anorgul'du o çizgi öyküde özdeşleştiğim kahraman, anti-kahraman. öldürdüler onu da, pisler. gerçi tabii ordu toplamış falan, abartmış o da.<br /><br />velhasılı efendim bilmek iyidir. severim.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-48266758459355486732007-02-17T03:03:00.000+02:002007-02-17T05:27:57.182+02:00ya geride kalanlar?sonlar üstüne düşündüm bu ara. son. son. son. kişisel tarih sonundan ele alalım incelemeye. kişisel tarihin sonu ne zaman gelir? eğer başka bir aksaklık yoksa, insan öldüğü zaman kişisel tarihinin de sonu gelmiş demektir. peki, o zaman gelin ölümü toplumsal bir olgu olarak incelemeye çalışalım, yarım yamalak, kıçtan patlak bilgilerimizle. şimdi baştan söyleyeyim, bu yazıda çok fazla "ölüm" kelimesini kullanacak gibi görünüyorum. bu rahatsız edici bir kelime. pek sevmiyorum kullanmayı. ama kaçışım(ız) yok gibi görünüyor. haa bir de kaynakları tek tek belirtmemekle birlikte bülent somay'ın dersinde dinlediğim bir çok şeyi kullanmayı planlıyorum yazıda. ulan bu adam bunları nerden düşünüyo demeyin, çoğunu çalıp çırpıcam. bu kadar da açık sözlüyüm.<br /><br />insanlık tarihinde ölüm, siyasallaşmaya başlayan ilk olgulardan biridir. yani ilk politikalar ölüm üzerinden yürütülmüş insanlık tarihinde. bunun çok açık bir sebebi var. ölüm kendisi bir son olmakla birlikte çok önemli bir şeyin de yaratıcısıdır. ölüm, elimizdeki en önemli fırsat olan "yaşam"ı yaratır. ölünmeyen bir dünya düşünebiliyor musunuz? düşünemiyoruz tabii. şöyle yaklaşalım: şu anda bizim için ormanlar önemli. eskiden olduğundan çok daha değerli. neden? çünkü tükeniyorlar. tükenebileceklerini farkediyoruz. 500 yıl önce insanlar için olduğundan çok daha farklı anlamlara sahip ormanlar bizim için. sonu olan şeyler artık ormanlar. hiç tükenmeyeceğini bildiğiniz bir şey düşünün. benim aklıma nerdeyse hiç birşey gelmiyor. çünkü bir çok şeyi kavramamız o şeyin tükenmeye yüz tutmasıyla, sonunun olduğunun farkına varmamızla başlıyor. yani kısaca bir şeyi yaratan, ya da şöyle diyelim ki tartışmalara meydan vermeyelim, bir şeyin değerinin, cisminin anlaşılması o şeyin "son"u kavramıyla birlikte geliyor.<br /><br />şimdi tekrar dönelim ölüme. cenaze törenleri neden yapılır? yakını ölen birine neden "başın sağolsun" denir? bu ikinci söylediğim ölümün toplumsal anlamına dair çok önemli ipuçları taşısa da başka bir örnekle anlatmak istediğimi biraz daha pekiştireyim. özellikle amerika kıtasında yaşayan afrika kökenli insanların cenaze törenlerinden bahsedeyim. bu törenlerde cenaze gömülmeye götürülürken bir ağıt şarkısı çalınır. cenaze gömüldükten sonra geri dönerken ise çok daha neşeli şarkılara yer verilir (ki cazın doğuşunda da bu müzikler önemli yer tutmaktadır.). bu (psödo-)neşenin nedeni ölenle ölünmemesi gerekliliğidir. ölenin ve bir kavram olarak ölümle yüzleşmenin ardından yaşamın yeniden kutsanmasıdır. bir kişinin ölmesi o kişinin artık içinde bulunamadığı bir durumun içinde bizim hala bulunduğumuzu hatırlatır bize. bunu hatırlamak isteriz. ölüm, son, yaşamı yaşam yapan şeydir.<br /><br />peki ölünün ardından gelen başka sorunlar yok mudur? vardır. ya da şöyle söyleyelim, ölüm bilindik bir şey midir? evet bilindiktir. en azından yaşayanlar tarafında olan bizler için. ölen insanın yaşamı son bulmuştur. o artık yaşamamaktadır, aramızda değildir. şimdi başka bir örnek verelim: şimdilerde yunan mitojisi olarak bildiğimiz, yaşadığımız toprakların eski inanışlarında ölenler hades'e (ölüler diyarına) doğru yola çıkar. orda bir nehir vardır. adı styx'tir. bu nehir ölüler dünyası ile yaşayanlar dünyasını birbirinden ayırır. bu nehrin üstünde bir kayıkçı vardır. bu kayıkçının adı phlegyas'tır. bu kayıkçı ölüler diyarına gidenlere nehri geçirir. ve bu nehri geçirirken de para ister. hades'e gidenlerin bu parayı ödeyebilmeleri için ölenlerin bedenleri yakılarak göğe yükseltilmeden önce gözlerinin üstüne birer tane para konur. neden gözlerinin üstüne konduğu ise ayrı bir konudur. bu konu başka bir zaman irdelenir. şimdi, ölene son borcumuz gibi görünen bu para koyma hadisesinde yalnızca bir borç ödemeden öteye geçen başka durumlar da söz konusudur. hades'e giden kişi parayı ödeyemezse, nehri geçemezse ne olur? geri dönebilir. evet. son, son olamayabilir. hades'e gidemeyen bir kişi bizim dünyamıza geri gelebilir. ve bu çook ciddi bir sorundur.<br /><br />ölümle ilişkimiz çok da normal olarak hep yaşam tarafındandır. yani ölüm bizim için yaşamın sonudur. bir sondur. son olarak kalmalıdır. ölümün son olarak kalmaması, en azından bizim bildiğimiz dünyayı sonlandırmaması bizi büyük bir bilinmezliğe sevkeder. bu bilinmezlik rahatsız edicidir. bu rahatsız ediciliğinden dolayı tehlikelidir. öncelikle başka bir sonu yoktur. zaten son olması gereken bir şey, son olması nedeniyle öncesini var eden şey, artık bir son değil yalnızca sonunun bilinmediği bir dönüşüm haline gelmiştir. ve sonu olmadığı ya da bilinmediği için varlığı ile de bir kez daha bilinmez, tahayyül edilemez olmuştur. bu riski almak istemeyen insanlar, ölülerin kendi diyarlarına geçebilmelerinden emin olmak isterler. o diğer tarafa geçsindir ki biz de bildiğimiz şekilde yasını tutabilelim, yasımız bitince de hayatımıza devam edebilelim. sonu kabul edelim yeni başlangıçlar yapalım.<br /><br />eskilerde yaşamış ünlü bir insan (adını hatılayamadım şimdi) melankoliyi, şimdilerde bildiğimiz adıyla depresyonu, bunalımı tanımlarken der ki: içimde bir ölü yaşıyor. eveet nereye geldik? yaşayan bir ölüye. hem de içimizde. melankoli halinin çok da normal bir durum olmadığından yola çıkarak, normalde ölülerin ölmesi gerektiği sonucuna bir kez daha varabiliriz. ama bu bizi bir yere götürmez. halbuki bu ruh hali üzerinden biraz daha gidersek daha irdelenesi sonuçlar çıkartabiliriz.<br /><br />ursula leguin adlı harika kadın der ki: ölümle tanışmamız, büyümemiz, olgunlaşmamız açısından çok önemli bir adımdır. şimdi çocuklara bakalım. onlara göre yaşamları sonsuzdur, anne babaları hep var olacaktır, oynadıkları oyunlar hiç bitmeyecektir vs. "son" kavramı kafalarında yalnızca bir kelimedir ve hep başkaları tarafından dayatılır. ne zaman ki "son"ların kişisel dayatmalar değil, gereklilikler olduğunu anlarız gerçekten büyümeye başlarız. olayları, olguları büyük insanlar gibi algılayabilmeye, varlıklarını gerçek olarak görebilmeye başlarız. çünkü biraz önce de bahsettiğim gibi, sonu bir şeyi vareden en önemli parçasıdır.<br /><br />hayatımızdaki her şeyin bir sonu olduğunu kabul ettiğimiz zaman hayatı algılayışımız ve kavramları yerlerine oturtmamız kolaylaşır. fakat bununla paralel olarak da yaşamamız bir o kadar zorlaşır. her ne kadar sevmediğimiz şeylerin sonunun olması çok güzelse de sevdiğimiz şeylerin de sonunun olması çok zordur, zorlayıcıdır, üzücüdür.<br /><br />sonunun olduğunu algıladığımız güzel şeylerden daha kötü birşey daha vardır: sonunun geldiğini kabul etmediğimiz, içimize sindiremediğimiz olaylar. içimizde diri tutmaya çalıştığımız ölüler. sonunu, ölümünü kabul ettiğimiz şeyler ardından yas tutarız, ağlarız, sızlarız, içeriz, üzülürüz, sonra geçer. evet geçer. biten şeylerin yerine yenilerine başlarız, ölmüşlerin yerine yenilerini koyarız. sonu gelecek olan başka şeyler, sonu gelmiş olan şeylerin yerlerine geçerler. hayat devam eder.<br /><br />sonunu getiremediğimiz şeyler, gömüp oradan ayrılamadığımız ölüler ciddi bir sorundur. bi kere en önemlisi yer işgal ederler. işe yaramayan, yarayamayacak olanlar işe yarar olanların yerlerinde beklerler. sonları da gelememiş olduğu için varlık anlamlarını yitirir başka şeylere dönüşürler. hayatımıza devam etmemizi engellerler. bir bunalım sebebi olarak içimizde dikilirler.<br /><br />bitemeyen bir ilişki, yaşayan ölüler için çok güzel bir örnektir. adı konmuş ya da konmamış her ilişki biter. bitmeye mahkumdur. varolabilmesi bitebilmesine bağlıdır. başlamamış her ilişki içinde bir umut barındırır. başlamasının umudu. yeni şeylerin umudu. fakat başladıktan sonra ilişkilerin kaçınılmaz sonu bitmesidir. bu ne yazık ki böyledir, üzücüdür, ama böyledir. peki bitecek, üzülücez diye başlamayacak mıyız ilişkilere? hiç akıllıca bir çözüm gibi görünmüyor. çözüm sonu olduğunu bilerek her anın değerini bilebilmekten geçiyor sanırım, hayatın her anını en dolu şekilde yaşamaktan. bitirilemeyen ilişkilere örnek olarak benim okulla ilişkimi vermek isterdim. bitmiyor kardeşim okul. bitirmiyorum. almıyorum diplomamı. almak istemiyorum. bu kadar mantıklı açıklamanın ardından da olsa bitirmek istemediğimi söylemek istiyorum. korkuyorum. ne olacağımdan korkuyorum.<br /><br />öhm. okuldan daha güzel bir örnek sanırım gönül ilişkileri üzerinden verilebilir. sevdiğiniz bir insanla yaşayabileceğiniz ilişkinin başlamadan önce barındırdığı umutlardan bahsetmeye gerek yok sanırım. peki başladıktan sonra ki güzelliklerden bahsetmeye gerek var mı? bence yok. peki sonlandığı zamanda yaşanan üzüntülerden bahsetmeye gerek var mı? yok. sonlanamadığı zamandan bahsetmeye gerek var mı? evet. gönül ilişkileri genelde karşılıklılık ilkesine dayanır. iki taraf da birbirine vakit ayırır, yanında bulunmaktan keyif alır v.b. ilişkinin sonunda da karşılıklılık ilkesi devam ediyorsa, sorun yoktur. ilişki bitirilir, bitmiş ilişki gömülür, ardından ağlanır, kurtulunur. peki ilişkinin sonu karşılılık ilkesine uymuyorsa. tek taraf hala gömemediyse ilişkiyi... bir dakika. şimdi bakınca gömemeyenin tek taraf olması gibi bir şart olması gerekmediğini farkettim. iki taraf da ilişkiyi gömemeyebilir. ölememiş ilişki iki tarafın da içinde yaşamaya devam ediyor olabilir. buu, kötüdür. üzer. hem de çok, hem de sürekli. bu şekilde bitememiş bir ilişkinin yeniden doğması, tamamen ölmesinden bile daha zordur. zaten yeniden doğsa bile hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktır. peki gömülememiş bir ilişkiden ne zaman kurtulunur? işte bu muammadır. yaşayan ölülerin muamması. yarın da gidebilir hades'e, 10 yıl sonra da. belki de hiç gitmez. eğer üzüntü bize zevk vermiyorsa yapılabilecek, yapılması gereken en önemli şey bir an önce onu olması gerektiği yere göndermektir; bir fotoğrafa, bir hediyeye, bir mekana hapsedip, çekmeceye kilitlemektir, kilitlenmiş çekmeceyi ve içindekileri unutup, yasını tutmak, gömüldüğü yerden çıkmayacağına emin olana kadar hatırlamamaktır. Böyle yapamazsak hayata devam edemeyiz. yaşayamayız, anın tadını çıkaramayız.<br /><br />insan mantıklı bir hayvan değil tabii. düşünüyoruz, yazıyoruz bunları ama olmuyor, olamıyor. múm diye bir grup var. ben yeni buldum. çok güzel müzikler yapıyorlar. eğer anlayabilirseniz sizi çok mutlu ediyorlar. mutlaka dinleyin. hatta ben yardımcı olayım size:<br /><br /><a href="http://www.youtube.com/watch?v=mfyfbOVaAaY">http://www.youtube.com/watch?v=mfyfbOVaAaY</a><br /><a href="http://www.youtube.com/watch?v=6nYsBqRjtuw">http://www.youtube.com/watch?v=6nYsBqRjtuw</a><br /><br />ama asıl 'asleep on a train', 'awake on a train', 'don't be afraid, you have just got your eyes closed' ve 'i can't feel my hand any more, it's alright, sleep still' dinlemeniz lazım. onları da isteyenlere mail atarım ben ;)meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-66505556580958473302007-02-08T00:50:00.001+02:002007-02-08T00:53:39.997+02:00halusinasyonen bilinen tanımı ile olmayan şeylerin olduğunun algılanmasıdır. en bilinen olmasıyla birlikte doğru bir tanımdır. fakat yalnızca algılarımızın oynadığı bir oyun değil, gerçeklik kavramının da sekteye uğramasıdır. örneğin ilüzyonda bir şeyin gerçekten ortadan kaybolmadığını ya da adamın uçamayacağını bilirsiniz. sizin algılarınız size böyle söylese de gerçek farklıdır. olanlar gösterildiği gibi değildir.<br /><br />orada olmayan bişeyi gördüğünüzde, ya da olmaması gereken bir ses duyduğunuzda bunun gerçek olamayacağına kendinizi inandırdığınız sürece ciddi bir sorun yoktur. yalnızca daha temkinli olursunuz, algılarınızı denersiniz, güvendiğiniz şeyler üzerinden algılamaya çalışırsınız. fakat ne zaman ki güvendiğiniz şeyler de güvensizlik vermeye başlar, o zaman ciddi sorunlar kapıya dayanır.<br /><br />elinizde tuttuğunuz şeyin gerçek olmadığını farkettiğiniz zaman, elinizde neden böyle bir şey olduğunu algıladığınızı düşünmeye başlarsınız. elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz şey gerçekten orda değilse ve siz bunu daha önce farketmediyseniz, başka şeyleri de farketmemiş, yanılmış olabilirsiniz. elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz şey aslında yokmuş, peki ya eliniz? bu el sizin miymiş? burda bi el var mıymış? peki sizin bi eliniz var mıymış? "el" kavramı neymiş? "kavram" neymiş ki? mantık neymiş ki? "gerçek" noolmuş? güvendiğiniz neymiş? yaşadığınız? yaşadıklarınız? burda bulunuyor muymuşsunuz? siz var mıymışsınız?<br /><br />halusinasyon yalnızca olmayan şeyler algılamak değildir. aynı zamanda bununla birlikte gelen gerçeklik yitimidir. "gerçek"in olmadığı bir yer düşünün. neyin ne olduğunun bilinmediği, olaylar arasında sebep sonuç ilişkilerinin olmadığı bir yer. burası bir "harikalar diyarı" değildir. burası bir azap dünyasıdır. siz azabın ve dünyanın ne olduğunu bilemediğiniz bir haldeyken.<br /><br />gerçeğin ya da daha tutarlı bir ifadeyle güvenebileceğiniz algıların kaybolduğu bir zaman-uzayda kalmak her babayiğidin kaldırabileceği bir durum değildir. rasyonel düşünce ile yoğurulmuş beyinler bunu kolay kolay kaldıramaz. gerçek, algı, sebep sonuç ilişkisi, deneyimlerin hayata katkısı, yaşanmışlıklar, yaşananlar, uzay, zaman yok olmuştur, siz artık yoksunuzdur. bu tür bir yokluğun ilk belirtisi genelde anksiyetedir. netekim alışılmışın dışında ve ağır halusinasyon yaşayanların deneyimi bunu destekler niteliktedir. ne yapacağını, neyin ne olduğunu bilemeyen, ayrımına varamayan bir ruh hali.<br /><br />eğer kavramların aşırı derecedeki sönükleşmesine birazcık alıştırırsanız kendinizi, keyif almaya başlayabilirsiniz. şimdiye kadarki tüm deneyimlerin, kavramların yitmesi; size yepyeni deneyimler, yepyeni kavramlar sunabilir. artık herşey mübahtır. isterseniz odanızdan bir tren geçirebilirsiniz ya da uçarak gidip istediğiniz yerde istediğiniz insan olabilirsiniz. ya da şöyle söyleyelim, öyle olduğunuzu sanırsınız. tabii bunu yalnızca kontrol edebileceğiniz ölçekte yapabilirsiniz. odanızdan tren geçirirken trenden üstünüze bir fil düşebilir. ölebilirsiniz. belki de ölmezsiniz. ufak bir şemsiye açıp kurtulursunuz filden.<br /><br />halusinasyon, gerçeklik yitimi, her ne kadar keyifli noktalara ulaşabilse de içkin olarak her zaman bir güvensizlik barındırır. çünkü her an kontrolünüzden çıkabilir, her an sizi de sönükleştirip içine alabilir.<br /><br />şimdi bu halusinasyon tanımını biraz genişletelim. biraz önce bahsettiğimiz herşeyin temelinde duran gerçeklik yitimini, sönümünü tekrar ele alalım. ama bu kez algılar üzerinden değil algılayış üzerinden gidelim.<br /><br />düşünün ki bir oda var. bu odanın içindekine dair hiç bir kişisel deneyiminiz yok. bu oda hakkındaki her türlü veriyi dolaylı yoldan elde ettiniz. güvendiğiniz kaynaklardan gelen bu veriler ise sizi o odanın içindekilerin hoş olmadığı, istenmeyen şeyler olduğu konusunda ikna etti. yani artık yalnızca bir veri değil oda hakkındakiler, işlenmiş düşünceleriniz. sizin düşünceleriniz. örnek bu ya, bir gün bu odaya girdiniz. ya da açıp baktınız. ve bu oda içindekilerin aslında o kadar da istenmeyen şeylerden oluşmadığını farkettiniz. bu oda aslında güzelmiş. ve tabii insanın kendisiyle çelişmesinin kolay kaldırılabilir olmamasından ötürü, bu oda hakkındaki düşüncelerinizin sorumluluğunu başkalarına, güvendiğiniz kaynaklara yüklediniz. güvendiğiniz kaynaklar ile iletişime geçip yeniden görüş birliğine vardığınızda ise sonuç, aslında kaynakların verdiği verilerin değil sizin vardığınız sonucun bu yönde olduğu oldu. yani kısaca "hani böyleydi?" dediniz onlar da "sana öyle gelmiş" dediler.<br /><br />şimdii. bir düşünceniz vardı bu oda hakkında. sizin düşünceniz, sizin bir parçanız, sizi siz yapan bir eleman. ve bu düşünce yanlışmış, doğru değilmiş, "gerçek"lerle uyuşmuyormuş. şimdiye kadarki bütünlüğünüz aslında tam olarak bütün değilmiş, eksikmiş. peki bildiğinizi sandığınız diğer şeyler? ne biliyomuşsunuz ki aslında? emin olduğunuz bir şey yanlışsa, emin olduğunuz diğer şeylerin doğru olduğunu nerden bilebilirsiniz ki? asla yeniden emin olamazsınız. kalem hep yazı yazardı şimdiye kadar, kağıt yırtılırdı, duvara çarpınca canınız acırdı. peki şimdi emin misiniz? ben olsam olamazdım, olamadım.<br /><br />algıların sönümü, algılayışı, düşünceleri ne kadar etkiliyorsa, algılayışın sönümü de algıyı o kadar etkiler. gördüğünüz şeyin gerçekten gördüğünüz şey olup olduğu konusunda şüpheye düşersiniz artık.<br /><br />dayanağını yitirmiş bir algı ile odamızdan tren geçirebiliyorsak, dayanağını yitirmiş bir algılayış ile neler yapamayız ki? bir düşünsenize, yine herşey mübah. yine bir kısıtınız yok. şimdiye kadar ki bütün öğretilenler, bütün bildikleriniz yitiyor. sınırlar ortadan kalkıyor. toplum olabilmemiz için gerektiği iddia edilen şeyler, sizin içselleştirdiğiniz kurallar, olması gerektiğini düşündüğünüz kavramlar ortadan kalkıyor. bir ahlak kavramınız yok artık. kafanızdaki erekler yok artık. tamamen özgürsünüz.<br /><br />algılayışın sönümünde yine aynı sorunla karşılaşıyoruz: ya bildiklerimizin, düşündüklerimizin hepsi yanlış değilse? ya duvardan geçemiyorsak hala? ya başkalarına saygılı olmanın bilmediğimiz, göremediğimiz, anlayamadığımız avantajları varsa? yaptığımız işin yanlış olduğunu düşünüyorduk. ama şimdi yanlışmış gibi gelmiyor. ama yine de yanlış olabilir belki. şimdiye kadar sizi oluşturan sizden tamamen kurtulamamanızın da verdiği bu ve benzeri ikilemler bizi yine aynı noktaya götürür: anksiyete.<br /><br />yazı uzadıkça uzuyor tabii ama bahsetmeden geçmek istemediğim, hatta bundan bahsetmek için yukarıdaki paragrafları yazdığım bir durum daha var.<br /><br />gerçekliğin kaybolması ve anksiyete yalnızca yanılıcı, yanıltıcı durumlar sonucunda ortaya çıkmaz. daha düzgün bir ifadeyle; yukarıdaki durumların sonucu olarak ortaya çıkan sonuçlara başka yollardan da erişilebilir. bunlara bir örnek kişiliğin kaybolması, benliğin soluklaşmasıdır.<br /><br />benliği oluşturan etmenlerden en önemlileri onu tanımlayan şeylerdir, kendimizi başka insanlardan farklı kıldığını düşündüğümüz özelliklerimiz. bu özellikler yıllar boyunca üstüste eklenerek, zaman zaman şekil/yer değiştirerek birikir. ve bizi biz yapar. bulunduğumuz yer, içinde yaşadığımız ortam, hedeflerimiz, hayallerimiz, sevmediklerimiz, olmadıklarımız, olmak istediklerimiz, hep bizi biz yapan şeylerdir. günün birinde bunların büyük bir çoğunluğu sekteye uğradığı zaman ciddi bir sorun çıkar. benlik darbe almıştır. kan kaybetmektedir. bütünlüğünü yitirmiştir.<br /><br />bütünlüğünü yitirmiş bir benlik halusinasyonlar arasında salınan bir benlikten çok da farklı değildir. çünkü biraz önce bahsettiğim üzere halusinasyonların doğurduğu sonuçlarda en büyük etki, gerçeklik duygusunun kaybolmasıdır. gerçeklik (ki anlamış olacağınız üzere burda gerçeği algısal bir kavram olarak kullanıyorum), benliği oluşturan en önemli etmendir. benliğin bütünlüğünü yitirmesi, gerçeklikten uzaklaşması biraz önce bahsedilen sonuçları doğurur. olmayan, sekteye uğramış, eksilmiş bir benin attitude (türkçesini bulamıyorum) kaygısı kalmamıştır. konum kaygısı kalmamış bir birey için ise yine herşey mübah hale gelir. bir yandan bu mübahlığın özgürlüğünü yaşayan birey, bir yandan da olmayan bir benin, olmayan, sönmüş kavramların anksiyetesini yaşar.<br /><br />kendimi tanımlayan şeylerin bir çoğunu yitirdiğim şu zamanlarda böyle bir yazı yazmak istedim. öncelikle kendimi anlamak, sonralıkla da dünyaya bişeyler katabilmek umudu taşıdım.<br /><br />keyifli hayatlar diliyorum.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1167435321438145522006-12-30T00:56:00.000+02:002006-12-31T15:19:29.450+02:00alla alla güneş kim ki acaba?son bi kaç gündür yazayım diyorum diyorum, yazamıyorum. tam yazmalık havamdaydım. ama giderek dağılıyor bu hava. hazır itkiler de gelmişken bişeyler yazayım. hayatım bu kilometretaşlarını işaretleyeyim. (güneş)<br /><br />bakıyoruz en son ne zaman yazmışım, pihüüvv september 21st. september, october, november, december, 3 ayı geçmiş be. (güneş de ne garip insan haa.) 3 ayda neler değişti neler.<br /><br />hemen konuya gireyim, kendi kendime 3 ayımı özetleyeyim. öncelikle iş hayatında ilerleme kaydettiğimi söyleyebilirim. artık bir iş adamı olmak için bir çok adımı atmış bulunmaktayım. hanise iş adamı, hatta bir yönetici olucam. demin de güneşle onu konuşuyoduk. "senden süper iş adamı olur" dedi bana. şöyle bir hahayt diyecektim refleks olarak. sonra düşündüm, haklı kız. 5 ay önce beni tanıyan birine söyleseydiniz memin iş adamı olacakmış diye, hıhı tabii der, güler geçerdi. 2 sene önce söyleseydiniz memin iş adamı olacak diye, acıyan gözlerle bakardı size. ne dediğini bilmiyor diye.<br /><br />oluyorum işte. iş adamı oluyorum. bir oyundu bu, gerçek oluyor. zaman zaman yazdığım gibi kurallar değişiyor, insanlar değişiyor, oyun baki. ama işin kötüsü hangi oyunda hangi rolü oynuyorsak o insan oluyoruz. belki kendimizi kandırıyoruz bazen ama yemiyor genelde.<br /><br />gelelim biraz daha yakın zamana. çok yakın zaman içerisinde çok eskilerden, çok güzel şeyler yaşadım yeniden. içim bi hoş oldu, hayat allak bullak. son 10 senelik hayatımı tepe taklak ederek yaşadığım son 6 ay tepe taklak oldu tekrar. hacı yatmaz misali, her şey eski haline dönebiliyormuş. ne yaptım? oturdum bitirme ödevi için, gece gündüz program yazdım efendim. ama bu yalnızca görünen kısmıydı. bakınız aklımda kalan olayları şöyle sıralayayım:<br /><br /><ul><li>ödev yapabilmek için işten izin aldım</li><li>işe gitmedim, gece gündüz program yazdım</li><li>programı güzel yazdım</li><li>alkole çok ciddi bir para yatırdım</li><li>program yazarken sürekli tekila ve sigara içtim</li><li>hasta oldum</li><li>hiç kendime bakmadım alkole ve soğuğa devam ettim</li><li>görkem'i hazırladığı rapor için eleştirdim</li><li>noktalama işaretlerini falan değiştirdik, düzellttik güneş'le</li><li>hocanın peşinde koşturup, ödevi vermeye ve/veya göstermeye çalıştık</li><li>sabah hocayla buluştuktan sonra bütün gün okulun kantininde oturduk, çay - sigara yaptık</li><li>nedenini anlamasam da bi süre daha aklımdan çıkmayacak birisiyle tanıştım</li><li>zardanadam dinledim</li><li>hastalığımı annemin dizinin dibinde daha ağır yaşadım</li><li>hastalığımı bahane ederek işe gitmedim</li><li>zardanadam dinledim</li><li>zardanadam'ı çok sevdim.</li></ul>evet yeter bu kadar. zardanadam beni çok garip duygulara sürükledi. herşey öyle üstüste geldi ki, çok güzel oldu herşey. heyoo. böyle bir umut bir sevinç doldu içim. bağıra çağıra şarkılar söylemek istedim. dinlediğim şarkıları söyleyecek biri olsun istedim. kumdan kaleler dinlediğim zamanlar geldi aklıma. o zamanlar da çok mutluydum. güzel günlerdi.<br /><br />asıl konuya gelecektim ama asıl konunun olmadığını hatırladım. içim bıcır bıcır oldu yaa. eheh. "ama aşkım yok" ile "kalbim yok, itin tekiyim ben" arasında bi yerde kaldım ben. halbuki "aşk, sevgi, he he tabii, moskova projesi nooldu? tiyatro çalışmaları nasıl gidiyo? bitirme için hangi platformu kullansak? oha parayı ödememişler! abicim atın gelmeyenleri!" gibi bir yerdeydim. eheh. şimdi patron bakıyo da bana, bişeyler diyo ben de bakıyorum ona, anlıyo o: "beni burda tutan hiç bişey yok" diye baktığımı. yazık. ama bir yandan da yönetim toplantıları organize ediyorum. değil mi güneş?<br /><br />bakalım hayat bizi nereye sürükleyecek. bişeylerin en az seviyede de olsa düzenli bir yapıya kavuşması gerekiyor sanki. ama benim hayatımda bu hiç olmadı ki. bundan sonra da olmaz. hep olmuş gibi yaparlar. ama olmuyor yok.<br /><br />bir kaç zaman daha iş yapayım ben. azımsanmayacak derecede de para birikiyor haa, söylemesi ayıp. öyle ki bir kaç ay daha çalışıp bıraksam mı işi diyorum. ama olmaz ki. illa ki bi işte çalışılacak yani. surrender olmadan gerçek hayatla uzlaşmak lazım. onu yadsımayı bırakalım hep beraber. (bu "yadsımak" sözcüğünün anlamı üzerine de çok tartışmıştık bir zaman, sözlüksüz bir ortamda.) yapacak çok iş var haa. garip şu ticaret hayatı.<br /><br />hah bu noktaya gelelim. biraz daha bunun üzerine konuşayım. ben niye bu işi yapıyorum? dediğim gibi son 10 yıllık hayatımı tepe taklak edecek bir 6 ay yaşadım. ve daha da yaşıycam. bunu yapmamın en büyük nedeni burdaki challenge idi. (bu konudan daha önce bahsetmiş miydim güneş? evet sanırım bahsetmiştim, o zaman özetleyelim di mi?) hiç ilgilenmediğim ve yeteneğim olmayan ticaret işlerini öğrendiğimi düşünüyorum az çok. şimdi de yöneticilik öğreniyorum yavaş yavaş. bi kaç ay sonra dehşet bi insan olabilirim. istenilen anlamı alınabilir dehşetin.<br /><br />ay yeter kendimden bahsettiğim. sıkılıyorum kendimden. hele bu ara pek bi sıkıcıyım. hiç keyifli bi insan değilim. daha bahsetmek istediğim çok şey vardı esasen. ımm. bi de şunu söyleyeyim: güneş'in doğum gününü unuttum ben. daha doğrusu zamanını kaçırdım. sonra da ayak yaptım sanki hiç unutmamışım da yanlış biliyormuşum gibi. öyle de güzel oynadım ki. eheh. eşeğim haa. ama mazeretim var yaaa, yeni yıla kaç gün var deseniz, hiç bir fikrim yok yani. zaman kavramım falan yok şu sıra. ondan yani. ahah, eskiden insanlar beni doğum günü takipçisi olarak bilirlerdi, o bile değişmiş haaa. eheh.<br /><br />velhasılı bu ara pek bi havaiyim. bahar geldi de sanki, beni bu havalar mahvetti. hayat güzel bea. değişik, değiş,k böyle.<br /><br />uzuyo ya yazı, daha da bir dolu şey geliyo aklıma yazacak. sağlıcakla kalın...<br /><br />zardanadam'dan şey, mucize, hepsi hepsi hayat nasıl olsa bi de benim gözlerim ne renk dinleyin. kendinizi aşık gibi hissedin... mutlu olun.<br /><br />haa bi de güneş'le kardanadam yapıcaz. ısınan küresellere inat. di mi kız?meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1158884376663871602006-09-22T02:18:00.000+02:002006-09-22T02:19:37.320+02:00hayal?konuşan araba söz öbeği gçtiğinde, bu arabanın yapay zekasını, sözcük işleme yeteneklerini, kullanımının gerçekten işe yarayacağı alanları, sosyal ve psikolojik etkilerini, oluşabilecek güvenlik açıklarını, maliyet hesaplarını düşünmekten "kim bilir neler anlatırdı?" diye düşünememeye hayal kuramamak diyorum.<br /><br />hayal kuramamaktan daha kötüsü ise bu durumun farkında olmak sanıyorum.<br /><br />yukarıdaki paradigmayı "ben aşık olmak istiyorum" cümlesine uyarlayalım. çok eğlenceli bir depresyon çıkıyor karşımıza.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1158884259172672262006-09-22T01:44:00.000+02:002006-09-22T02:17:40.983+02:00bırakınız geçsinlerpek iyi hissetmiyorum kendimi. ahaha, ne kadar klişe. bütün blog olayı bu değil mi sanki? iyi hissetmediğini ifşa. ama yine de iyi hissetmiyorum kendimi. nedenini de bilmiyorum işin kötüsü.<br /><br />ruhumu kaybediyorum galiba. ruhsuzlaşıyorum iyice. memin eriyo. aman be erisin. nedir yani? sonuçta başka bi faza geçicez.<br /><br />fırt emin ne kadar güzel bi şarkı. değil mi? dinlemeyen, dinlediği anda vurulmayan var mı?<br /><br />kendimi mutsuz, yetersiz, yersiz, yalnız ve bağlanmış hissediyorum. hırçınlaşıyorum. istemiyorum. hayat acımasız geliyo. hiç konformistlere göre değil bu hayat. ben ki tam bir komformist, uyuşamıyorum hayatla.<br /><br />aşık olmak istiyorum. aklıma daha önce bi yerlere karaladığım bişeyler geliyor. umutsuzluğa düşüyorum. birazdan buraya da yazıcam ve siz sayın okuyucu büyük olasılıkla bundan önce onu okuyacaksınız.<br /><br />anlatacak hiç birşeyim yok şu sıra. bu çok kötü. ne anlatırsa anlatsın çok güzel anlatan insanlardan da olmadım hiç bi zaman. olamadım. çok özendim onlara. adam araba motorunu çekiçle nasıl düzelttiğini anlatır, ama öyle bir anlatır ki keşke ben de tamirci olsaydım derim. ben dünyanın en güzel tatilini en güzel şeyleri anlatırım, pff der gider insanlar, dinletemem kendimi. olmuyor vesselam...<br /><br />"senin için saklayıp, sana getirip, anlattığım her şey...<br />şimdi çok boş geliyor anlamsız kelimeler."<br /><br />teoman'ı bana sevdiren işte budur azizim. onyedi falan, geçiniz bi kalemde. birilerine anlatacak bişeylerim olsun istiyorum. ama ne birisi var görebildiğim yerde anlatacak, ne de anlatmaya değer eylemler anlatılacak. bu çok kötü.<br /><br />yaralandım. "aristophanes'in barış'ı", oyunumuz, gurur kaynağımız, şu dünyaya en büyük katkımız, yeniden sahnelenecek ve ben oynayamayacağım. alıştırıyordum kendimi buna ama geçen gün çalışmaya gittim. benim yazdığım, benim söylediğim, benim çalıştığım replikleri başkalarının ağızlarına emanet ettim. beni ben yapan şeyi, en büyük referansımı kaybediyorum. tiyatroyu sığdıramıyorum bi garip hayatıma. nerede olduğumu naapıcamı bilmiyorum. yalnızca yaşıyorum.<br /><br />"together we are invincible" diyor muse amca. o zaman ben vincible mı oluyorum? fragile? evet galiba.<br /><br />çözülüyoruz, üzülüyoruz, ne yapacağımızı bilemiyoruz. yalnızız hepimiz. bir araya gelemiyoruz. bir araya gelince çınk tınk sesler geliyor artık. kabuklarımız birbirine çarpıyor. dış yüzeyler cam bağlamış hep. şerefine diyip, çınlatıyoruz birbirimizi. eskiden karışır, kaynaşır, harman olurduk. büyüyoruz?<br /><br />teori ölüyor mu? karakter aşınıyor mu? platon'un dediği gerçekleşiyor mu? ışığı gören gölgeye razı olamıyor mu? tavsiyem eski düşünürleri okumanız. öyle sade yazıyorlar ki, oha diyorum benim de aklımdan geçenler bunlardı. aristoteles diyor ki mesela, "trajedyanın sonunda bütün kahramanlar ölmelidir. çünkü hikaye biter. 'peki bi ali vardı o nooldu acaba sonra?' diye düşünmek yorar insanı. yormayın insanları." ne kadar haklı değil mi? neden düşünen insan olalım ki? eğlenelim gitsin. insanlığın geldiği nokta: cinsellik ve şiddet. özümüze dönüyoruz. niye uygar olmak için uğraşalım ki? uygarlık ve beraberinde gelen "iş dünyası" yeterince rahatsız ediyor bizi. bi de düşünce tarafı ile uğraşıcaz? geçiniz.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1158266373408015722006-09-14T23:36:00.000+03:002006-09-14T23:39:33.986+03:00hayatı güzelleştirelim - 2söylenen pizza neden gelmez? gelsin abi söylenen pizzalar hemen. hatta niye söylüyoruz ki? acıktığımızı hissedince kapı çalsın, arabanın arkasındaki motorcu selektör yapıp kenara çek desin, bi adam sınıfa girip "pardom memin'i bi alabilir miyim?" desin. sonra da tam istediğim gibi bir pizza ile buz gibi bir kola versin gitsin. evet böyle olsun.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1158194376759236602006-09-14T03:35:00.000+03:002006-09-14T23:55:36.370+03:00çalar saatlik müessesesi kaldırılsınbiraz önce telefonun alarmını kurdum, sabahın köründe kalkıp birilerini almak için. dedi ki bana "alarm 4 saat 23 dakika sonraya kuruldu". yani diyor ki: tamam, ben seçilen tonumu öttrürüm zamanı gelince ama sen uyanabileceğini mi sanıyosun? peh. o değil beni bağırtacaksın boş yere. hayır bilmiyoruz sanki kalkamadığını, uyuma ve uyanma özürlü olduğunu. hayır ben çalarım, bana göre bişey yok. ama sonra şarjım bitiyo, netekim alarmımız 1 saat çalsın diye yapılmadık. neyse ben çalarım yine.<br /><br />sorarım size çalar saatlik bu mudur? bi yandan haklı da, erteleyip erteleyip yatağa dönücem. çalan melodileri, müzikleri sos niyetine rüyama ekliycem. ama bu böyle mi söylenir şimdi? "4 saat 23 dakika sonraya kuruldu". bi git yaaa. çalar saatik kaldırılsın arkadaşım, yerine uyandıran saatlik getirilsin. böyle tatlı bi sesle, öperek falan uyandırsın. gerekiyosa kahve kokuları yaysın etrafa. bu ne böyle yaa "dı dı dı dıt". bıyyymeminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1156797587011093812006-08-28T23:35:00.000+03:002006-08-28T23:53:54.896+03:00artık program yazmıyorumhuzursuz bir akşamda oturuyorum öylesine. düşünüyorum.<br /><br />ilk programımı yazdığımda takvimler 1989'u gösteriyordu. 5 yaşındaydım. yeni alınan comodore 64'ümde oyun oynamaktan başka şeyler yapılabileceğini de keşfediyordum. sanırım babam göstermişti. işte ilk programımın kodları:<br /><br /><span style="font-family:courier new;">10 PRINT "MEHMET"</span><br /><span style="font-family:courier new;">20 GOTO 10</span><br /><br />ekranda alt alta birsürü MEHMET yazmıştı. ben yazmıştım. ben yazdırmıştım.<br /><br />takvimler 1998'i gösteriyor. yaz ayları... ben odtü'deyim. sınavla seçilmiş 15 kişiden biriyim. odtü'nün büyük hocaları bana ve diğerlerine C ("ce", "si" değil) öğretiyorlar. bir çok insanın çözmekte zorlanacağı bulmacaları, sorunları aptal makinelere, bilgisayarlara çözdürmeye uğraşıoruz. çoğunu da çözdürüyoruz. ben çözüyorum. ben çözdürüyorum.<br /><br />takvimler 2001'i gösteriyor. bir şirket için web sayfası hazırlıyorum. notepad'de yazıyorum bütün kodları. hazırladığım şirket pek beğenmiyor ama ben bir scanner bir de tekerlekli mouse alıyorum. tekerlekli mouselar yeni çıktı o zaman. ben halimden memnunum. program yazarak ilk defa bişeyler kazanıyorum.<br /><br />bakıyoruz takvime: 28 ağustos 2006. artık program yazmıyorum. ama yine de para kazanıyorum. insanlara telefon edip bişeyler yaptırıyorum. gidip kontrol ediyorum. yaptıklarının üstlerine bişeyler ekliyorum. "yapılandırma"lar yapıyorum. ve para kazanıyorum. artık program yazmıyorum. makineye değil, insanlara hükmetmeyi öğreniyorum.<br /><br />yıllardan 1997. tüm egoları tatmin edecek sıfatlarla, benim gibi insanların yanındayım, ankaradayım, fen lisesindeyim. kayseriliyim, bencilim, kendimi seviyorum, kurallara uyuyorum, farklı olmaya çalışıyorum, sinsi planlar kurduğumu sanıyorum, inanıyorum, insanlara güvenmiyorum, pop dinliyorum, aşık oluyorum, söyleyemiyorum, yaşıyorum. sonra farkediyorum. ben bu insan olmak istemiyorum. başka hayatlar ne güzel! olmak istediğim olmak istiyorum. erdemli olmak istiyorum, kendimi kontrol etmek. doğru söylemek, doğru yapmak, doğru olmak. daha da önemlisi tutarlı olmak. insanları sevmek istiyorum, onları kendimin önünde tutmak. ve başarıyorum. kendimi yeniden yapıyorum. bir bene gesserit, bir mentat olmak istiyorum. her türlü düşüncemi analiz ediyorum. her birinin içindeki bencillikleri buluyorum. çıkarıyorum. hiç acımıyorum. kendimi yeniden programlıyorum. ölüyorum ve yeniden doğuyorum. annem görüyo, "bu çocuk benim oğlum gibi bakmıyor" diyor. bir arkadaşım "ne kadar yapmacıksın" diyor. "ben" diyorum, "önemli değilim. ama bir yandan da en önemli olan benim. benim kurtulmam öncelikle kendimi başkaları için feda edip, herkesle birlikte kurtulmaktan geçiyor."<br /><br />yıl 2001. sanat yapmaya başlıyorum, ya da öyle sanıyorum. güzel bir ortamda pembe dünyamda yaşıyorum. başka insanların dertleriyle uğraşıyorum. insanların pisliklerini topluyorum arkalarından. ben. ben. ben yokum ki. biz varız. insanlar var. bana katlanmak zorunda olmayan insanlar. kabuk bağlıyorum. tüm bencilliğim içimde kalıyor. tüm duygularım da. artık duygu yok mantık var. kendimi sevdirmeye uğraşıyorum. "beni sevsinler!" başka bişey istemiyorum.<br /><br />bir gün, bir insan beni seviyor. anlamıyorum ki neden seviyor. aslında sevmiyor. bilmiyorum. ben seviyorum sanırım. bu büyük bir challenge! kendimle hiç alakası olmayan bi insana kendini sevdirebilir miyim? kendimi o yapabilir miyim? istediği şey olabilir miyim? rahatsızlıklarından kurtarabilir miyim? bana alıştırabilir miyim? benim yanımda olmayı istemesini sağlayabilir miyim? kendime duyulacak ihtiyacı kendim yaratabilir miyim? kendimi yitirerek, kendimi değerli kılabilir miyim?<br /><br />bu bir oyun. ben çocuk olamadım. hep büyüktüm. çocukluk yapamadım. o yüzden de büyümedim. her zaman güvendiğim bişeyler oldu. kendi ayaklarım üstünde durmak heyecan verici bişeyin ötesine geçmedi, zorunluluk olmadı. hala değil. oyun oynamak keyifli. hayat bi oyun. hayır. bir çok oyun. sıkıldığım oyundan kaçarak çıkıyorum ve yenisine başlıyorum. yeni oyunun kurallarına uyuyorum. iyi de oynuyorum. insanlar öyle söylüyor. ben öyle düşünmüyorum.<br /><br />insan hatalarını bilir ve görürse "hatalı" olduğunu bilir. eksiklerini bilir. sorunum kendimi yalnızca eksikliklerden ibaret görmem. olmak istediğim şey kusursuzluk. bu yüzden de eksiğim. her zaman güvensizim.<br /><br />ben farklıyım!! anlıyo musunuz ha??! istersem olduğunuz her şey olabilirim. yalnızca istemediğim için olmuyorum. alternatiflik mi? sonuna kadar alternatifim. hem de tanımlılardan değil! alternatifin alternatifinin alternatifiyim ulan! kafamı bozmayın benim.<br /><br />artık program yazmıyorum! makinelere değil insanlara hükmetmeyi öğreniyorum. iş adamı oluyorum. üstümde gömlek, arkamda sırt çantası, altımda motorla senet tahsilatına çıkıyorum! işleri iyi yapmaya çalışarak değer kazanıyorum! yalandan nefret ediyorum. yalan söylemeden insanları ikna etmeye çalışıyorum. sözümün arkasında duruyorum. mutlu oluyorum. başkalarının olamadıkları şeyleri oluyorum.<br /><br />placebo dinliyorum, votka içiyorum, insanlar beni sevsin istiyorum. ve inatla dünyayı kurtarmaya çalışıyorum. ulan var ya; hepinizi seviyorum!!!meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1152496370474423232006-07-10T04:38:00.000+03:002006-07-10T04:53:25.293+03:00iki kısabir başka uzundan önce şunları belirtmek isterim:<br /><br />ben doymayı bilmeyen bir insanım. evet doymuyorum. yemek yerken örneğin, ya yemek biter ya da midemde ki boşluk, ben öyle anlarım daha fazla yememem gerektiğini. hayata fair yansımaları da var tabii bunun. doymayan anorgul'u kaç kişi bilir ki tabii. ama bu başka bir hikayedir.<br /><br />bir başka durum: çevremde olan, yaşadığım çevrede bulunan herşeyin (az ya da çok) nasıl çalıştığını biliyorum. nasıl çalıştığını, neden orda olduğunu, yerine neyin gelebileceğini, kısıtlarının neler olduğunu v.s. bu çok önemli bişeymiş gibi geliyo bana. örneğin şu an bakış alanım içinde olan ve teknik olarak ayrıntısına kadar nasıl çalıştığını söyleyebileceğim şeyler: duvar saati, kolonya, dizüstü bilgisayar, masaüstü bilgisayar ve ona bağlı hoparlör ve monitör, masa, cips, duvara monte bir raf, koltuk, radyolu cd çlar bir teyp, kitap, çiçek, poşet. kalorifer peteği, tişört, duvar, perde, sarfiyatsız ampul, cep telefonu v.s. bunların hepsinin varoluşlarına ve çalışmalarına dair teknik anlamda bişeyler söyleyebilirim. ilgi çekici bu çünkü bu şeylerin yaptıkları işte çok bu işi nasıl yaptıklarını da biliyorum, hesaplıyorum. kardeşim için örneğin bir teyp müzik çalar ya da kolonya insanı ferahlatır. ama benim için o teyp manyetik alan üzerindeki işaretleri alır ve bir kuvetlendirici yardımı ile bizim anlayabileceğimiz dalgaları üretmesi için eletrikesel işaretlerden ses dalgası üreten hoparlöre gönderir. kolonya, içindeki alkol sayesinde döküldüğ yerde bi süre sonra buharlaşmaya başlar (max. entropi) buharlaşırken çevresinde ısı alarak serinletir ve bulunduğu ortamı soğutur (deriyi serinletir). arda kalan koku içiren moleküller ise daha yavaş ortama dağılarak, görece kalıcı bir kokunun insanın üzerinde kalmasını sağlar. bu moleküller gider burundaik algaçları uyarır ve bizlerin kokuyu algılamasını sağlar. duvarlar kiremitten örülür, üstüne sıva çekmek en önemli iştir çünkü duvara asıl şeklini o verir. sıva çimento ve ince umdan yapılır çünkü kalın kum pütürcüklü bir yapı oluşuturur. duvara asılı raf toplam 4 noktasında moment oluşturur ve bu momentler ile duvara asıl kalır. falan filan. işte çevremde olan herşeyin nasıl çalıştığını biliyorum. iyi bişey mi? işte bunu bilmiyorum....meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1152473837594975542006-07-09T21:35:00.000+03:002006-07-09T22:37:17.643+03:00spabugünlerde kendime oldukça zarar verici davranıyorum. sürekli olarak alkol alıyorum, sigara içiyorum, işe gitmeyerek ve gitmek isteyerek stres yapıyorum, düzenli olarak yapmam gereken şeyleri yapmıyorum. yemek de yemiyorum örneğin ve yakın zamanda vermem gereken ödevimi yapmıyordum. öylece oturuyorum, kimseyle görüşmek istemiyorum falan filan. fiziksel olarak doğrudan zarar vermiyorum belki ama bu saydıklarım dolaylı da olsa beni mahfedecek güçte.<br /><br />geçenlerde <a href="http://video.google.com/videosearch?q=jackass">jackass</a> [<a href="http://www.youtube.com/results?search=jackass&search_type=search_videos&search=Search">II</a>] geldi aklıma. nerdeyse herkes biliyodur ama bu programda (!) insanlar kendilerine (ve zaman zaman başkalarına) bilerek ve isteyerek zarar verecek şeyler yapıyorlar. nedeni konusunda emin olmayarak eleştirel bir göz ile baktığım bu insanlardan çok da faklı yaşamadığımı farkettim sonra. ben de bir jackass'tim ben de bir sıpaydım.<br /><br />kendi kendime düşününce neden böyle yapıyorum acaba diye; düşünce ağı beni dolambaçlara sürükledi. bu dolambaçları biraz irdeleyeyim. öncelikle bunların bana zarar vereceğinin bilincindeyim. peki insan bilerek neden kendine zarar verir? bu çok sıradan bişey olmasına rağmen bu noktada bu olayı en iyi açıklayan kişilerden biri olan dostoyevski'ye kulak verelim. yeraltından notlar kitabının kahramanı "pis" bi insandır. okudukça kıl olduğunuz kişidir. ama kıl olmamız yalnızca yaptığı işlerden değil, biz yaparken binbir takla atarak kılıflamaya çalıştığımız şeyleri alenen yapıp, samimice anlatmasıdır.<br /><br />yeraltı adamı derki: ya en üstte olmalıyım ben, yani hakettiğim yerde; ya da en dipte çamurların içinde sürünmeliyim. çünkü asil olan, iyi olan diplerde gezinse de çamurlara batsa da aslını yitirmez. ve bu koşullarda da değerinden birşey kaybetmeyecek olması değerli olduğunu bir kez daha ispatlar. "para yere düşmekle pul olmaz" hikayesi.<br /><br />yani efendim demem o ki ben bir megalomanım. kendime değer vemedikçe, özen göstermedikçe, kendimi değersiz kıldıkça aslında ne kadar da değerli, ne kadar da süper bir insan olduğumu bir kez daha vurguluyorum kendi kendime. kendi kendime diyorum ki ulan ciğerlerimi söküp alsalar, ciğerim peş para etmese bile ben yine de değerliyim.<br /><br />- tabii olm, ne sandınız ya? siz benim tırnağım olamazsınız bea! di mi lan mustafa?<br /><br /><br />yalnız işin garibi, hayat da bunu doğrular çerçevede gelişiyor sürekli olarak. yani nasıl desem, ben hayata dair boşverdikçe, ben değersizim dedikçe, insanlara değer vermedikçe daha bi yüceliyorum sanki. örneğin işe gitmiyordum iki aydır, yeni bir iş teklifi geldi. haa şu da olabilir tabii; bunların hepsi benim bakış açımdan kaynaklanıyordur ve ben küçük prens'teki kraldan çok da farklı değilimdir aslında. doğru zamanda doğru kişiye emir vererek bütün emirlerimin yerine getirilmesini sağlıyorumdur. kim bilir?<br /><br /><span style="font-size:85%;">(bu post ile birlikte küçük prens'ten alıntı yapmayan nadir insanlardan biri olmaktan kurtuldum artık. ne mutlu!)</span>meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1147853651166522092006-05-17T10:18:00.000+03:002006-05-17T13:45:35.620+03:00bir öykübir adam varmış. deniz kenarında yaşarmış. bu adamın bir evi varmış, bahçeli. ev dediysek öyle büyük diil, iki odası varmış evin, bi de mutfak olarak kullandığı bir tezgahı. alt yapısı da yokmuş evin. medeniyetten biraz uzakmış ev. suyu hemen evin dibinden geçen küçük dereden alırmış adam. her gün kova taşımaktan yorulunca bi su kanalı yapmış ufak, evin içine su getirmiş. bi de sistem yapmış istediği zaman suyu kaynağından açıp kapayabiliyomuş. bu sistemi çalıştırabilmek için 1 hafta uğraşmış adam. çalışınca da çok sevinmiş.<br /><br />adamın yaşadığı yerde hiç kış olmazmış. çok sıcak da olmazmış hiç. en sıcak zamanda sıcaklık gölgede 35 derece olurmuş. adam düşünürmüş "yahu ne güzel bi yer burası, iyi ki burda yaşıyorum". adamın bi de kayığı varmış, denizde de balık bolmuş. 4 günde bir kayığı ile açılıp balık tutarmış. kayığın içinde sallana sallana gezermiş. çok severmiş o sallantıyı. fakat çok sallanınca midesi allak bullak olduğu için ancak 4 günde bir çıkabilirmiş.<br /><br />evin bahçesinde çeşit çeşit bitki yetiştirirmiş. özellikle yenebilenlerinden. hep bahar olduğu için orda, her zaman yiyecek bişeyler bulabilirmiş bahçesinden. bahçesi bölüm bölümmüş. sağ tarfta ağaçlar, sol tarafta yer bitkileri varmış (nam-ı diğer bostan). bunlar da kendi aralarında grup grupmuş, renklerine göre. çileklerle, domatesler yanyanaymış mesela. erik ağacı da yeşil elma ağacının yanındaymış. sabah kalkınca bahçesinde şöyle bir dolaşır her renkten bir meyve yer sabah yemeğini tamamlarmış. bazen dayanamazmış bazı renklerden iki tane yermiş. çileği mesela bi tane yemek kesmezmiş. öğlenleri çorba içmeyi severmiş. hiç üşenmez iki günde bir çorba yaparmış. akşamların vargeçilmezi ise balıkmış. fakat balıktan başka şeyler de yermiş. hep güzel şeyler. böylece de hep sağlıklı kalırmış. bağırsakları biraz fazla çalışırmış çok fazla meyve yediği için ama "olsun" dermiş, "içimde kalmasından iyidir".<br /><br />bu adam müziği çok severmiş. "müzik", dermiş "insanı dinlendirir". bi tane darbukası varmış. bazı akşamlar bu darbukayı çalarmış. ama melodi çıkaramazmış pek. çalarken oynamayı öğrenmiş ama. bi yandan düm teke düm teke çalar bi yandan da göbek atarmış. pek eğlenirmiş. melodiye hasret kaldığı günlerden birinde, darbuka çalıp oynarken aklına bi fikir gelmiş. balıkları ve yetiştirdiği bazı şeyleri uygun fiyatlara satarak pilli bi radyo almak istemiş. (medeniyetten uzaktaymış ama o kadar da değilmiş.)<br /><br />radyo almaya karar verdikten sonra 4 günde bir değil 3 günde bir balığa çıkmaya başlamış. böylece 4 günde bir günlük balık kârı oluyormuş. bu balıkları sata sata sonunda parayı biriktirmiş ve iki düğmeli ve kulaklıklı bir fm radyo almış. turuncu. büyük bir mutluluk ile evine gelmiş. radyonun sesini açmış önce "reset" düğmesine sonra da "scan" düğmesine basmış. ses gelmemiş bir süre, sonra cızırtı gelmiş. bi daha basmış, yine aynısı olmuş. hay bin kunduz, demiş, radyo çekmiyo galiba burda, belki şurda çeker. bahçesinde ve evin içinde bir yandan dolaşmış, bir yandan da radyonun düğmelerine basmış. tam sahildeki kayanın yakınlarında, birden müzik sesi gelmeye başlamış kulaklarına. çook eskilerden bir şarkı kulağını doldurmaya başlamış. kulağına sığmayan şarkı ordan beynine geçmiş. bir hoş etmiş oraları. beyin bu kadar hoş olunca, adamın bedeni de hoşlaşmış ve huşu içinde oraya çökmüş. dinlemiş, dinlemiş şarkıyı. eskilere gitmiş gelmiş, geleceğe bi göz atmış, dönmüş. denizlere bakmış, evine bakmış, su kanalına bakmış. herşey daha bi farklı görünmüş bu müzik ile. çok sevinmiş. gözlerini kapatmış, hayal kurmaya başlamış. tam hayalin başında müzik bitmiş. olsun, demiş içinden, daha güzel şarkılar bile çalar bu radyo. hem artık benim yanımda o, ne güzel oh, demiş. bu sırada duydukları biraz moral bozucuymuş. samimiyetsiz sesi ve kusursuz türkçesi ile bir trt spikeri bir "canlı bağlantı"ya "alo" demek istiyormuş. canlı bağlanan bir kabzımal ile oynanan tabu oyununu bile büyük bir sabırla dinlemiş adam. ne de olsa güzel bir şarkı dinlemek istiyormuş. "canlı bağlantı"dan sonra spiker "son günlerin sevilen aşk şarkısı" olarak yıldız tilbe'nin "sevdim seni köpek gibi ama anca gidersin eşek gibi" adlı şarkısını anons etmiş. adam daha fazla dayanamamış ve scan düğmesine basmış. kısa süren sessizlikten sonra yıldız tilbe'nin güzide sesi kulaklarında yankılanmış. hışımla scan düğmesine yeniden basması farklı bir sonuç doğurmamış. adam yavaşça kulaklıkları çıkarmış kulağından. radyonun üzerine güzelce sarıp kenara koymuş.<br /><br />buhrana uğrayan adam yavaş yavaş sahile doğru yürümüş. iki palmiye ağacının arasına kurduğu hamağına uzanmış. uzun bir zamandan sonra dinleyebildiği tek güzel şarkıyı söylemeye başlamış. sessiz sessiz, yalnızca dudakları ile mırıldanarak. sevdiği şeyleri teker teker hatırlayarak. fakat şarkının nakaratının ortasında beklenmeyen bir şey olmuş. birden bire söylediği şarkının yıldız tilbe'nin o beyinlere kazınan melodili şarkısına kaydığını faketmiş. derin bir nefes almış ve yeniden söylemeye başlamış şarkıyı en baştan. aynı yere geldiğinde yine aynı şey olmuş. adam çok sinirlenmiş. ama neye sinirleneceğini bilememiş. uzun süredir etmediği okkalı bir küfür için ağzını dolduracakken sol taraftaki kayalıklardan gelen bi ses duymuş. irkilmiş.<br /><br />sesin geldiği yere doğru yönelmiş adam. bir de bakmış kayalıklara vuran bir sandık var. kim bilir nerelerden gelen bir sandık diye düşünmüş. ama bu sırada bu sandığın burda ne işi var da demiş. suya inmiş. sandığı kıyıya çekmiş. sandığın üstünde almanca yazılar varmış. ve çeşitli damgalar. sandığın tahtaları su çekmekten sünger gibi olmasına rağmen nasıl da bu kadar sağlam durduğuna hayret etmiş. ee üstün alman teknolojisi diye boşuna demiyolar, diye düşünmüş.<br /><br />sandık pek bi ağırmış. biraz zorladıktan sonra sandığı açabilmiş. içinden iki tane daha kutu çıkmış. bunlar deri kaplıymış ve derileri su yüzünden oldukça yıpranmışmış. kutu olarak adlandırdığımız nesneler aslında birer çanta imiş. adam ilk incelemelerinden bunu anlamış. biri kare prizma şeklinde, yaklaşık 40cm x 40cm x 15 cm boyutlarında imiş. diğeri ise bunun yaklaşık dört katı ve daha yamuk biçimlisi imiş. adam merakla bu çantaları açmaya koyulmuş. kilitli imiş ikisi de. biraz da kaba kuvvet kullanarak çantalardan küçük olanını açmayı başarmış. ve gördükleri karşısında duraklamış. çantanın içi plak doluymuş (çoğunluğu long play). plaklara şöyle bir göz atmış, neler yokmuş ki aralarında, klasikler, chansonlar (fransız şarkısı), operalar ve daha neler neler. o sırada diğer çanta aklına gelmiş. şu yamuk şekilli çanta. yoksa?! demiş. hemen diğer çantayı açmış, biraz zor kullanarak tabii. ve içindekini görür görmez sevinç ile zıplayıp, kumsalda bir iki parende atmış. kurmalı bir gramafonmuş bu çantadan çıkan.<br /><br />özenle gramafonu çantadan çıkarmış, biraz sarsılmış olduğunu görmüş. kendi kendine iç geçirmiş, umarım radyo olayı gibi olmaz bu da demiş. gramafonu incelediğinde altında almanca olarak "dünyanın en asil kantocusuna. -- sevimli buzağısından" yazıyomuş. buzağı mı? demiş adam. sonra kelimenin anlamını yanlış hatırlamış olabileceğini düşünüp neden olmasın demiş. kurma kolunu biraz çevirdiğinde gramafonun döndüğünü görmüş. çok sevinmiş. hemen plaklar arasından mozart'ı alıp gramafona özenle yerleştirmiş. kurma kolunu çevirirmiş. sonra iğneyi yavaşça kaldırmış. kaldırınca plak dönmeye başlamış. dua ederek iğneyi plağın üzerine yerleştirmiş. o gün olacak ikinci bir buhran hikayeyi mutsuz kılacağından dolayı müzik çalmaya başlamış. dırı dırı dıı dırı dırı dıı dırı dırı dırı dıı şeklinde mozart'ın bir senfonisi gramafonun ses çıkışından biraz hışırtılı da olsa yükselmeye başlamış. adam çok sevinmiş bu duruma ve oley diye bağırmış.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1142345121153123882006-03-14T14:47:00.000+02:002006-03-14T16:28:23.826+02:00giriş, gelişme ve sonuç<span style="font-weight: bold;">Giriş</span><br /><br />öyle karışık ki kafam, kelimeler bile ardarda gelmiyor. konuşmuyorum, konuşamıyorum. yazmak istemiyorum. yazmak istemiyorum çünkü yazmama kararı almıştım kendimce. artık kendimi yazarak ifade etmeyecektim. yazarak bişeyler daha kolay oluyodu çünkü. kendimi yazarak ifade edebiliyordum. en azından yazmak böyle düşündürtüyordu. kendini ifade edebilen bi insanın başka bişey yapmasına gerek kalmaz ki. zaten dertlerini anlatabiliyor, yer yer dertlerinden kurtulabiliyordur. kendimi biraz daha zorlamak istedim. kendime yeni ifade yolları aramaya. resim yapmak istedim olmadı, fotoğraf çekeyim dedim, hayır. tiyatro ise bambaşka bişey zaten. vel hasıl'ı kelam yine burdayım yine yazıyorum...<br /><br />bu yazıyı yazmamın önemi çok büyük benim için. bu yazı varoluşu ile son zamanlarda düşünmekten kaçtığım şeylerin vücut bulması aslında. biraz açayım:<br /><br /><span style="font-weight: bold;">açma</span><br /><br />hayatımda bazı değişiklikler oldu son zamanlarda. işe başladım örneğin. o mutlak durgunluğu biraz değiştirmem gerekti. bişeyler üretebilmeye başladım. ürettikçe mutlu oluyorum ve daha çok üretmek istiyorum. bu belki de şimdiki insanın bugüne gelmesinde rol oynayan evrimsel bir duygudur. açıça söylemek grekirse üretimim pek hızlı değil ama çalıştığım ve seçtiğim ortam dolayısı ile sürekli bişeyler üretildiği sanısına kapılabiliyorum. bu güzel duyguyu yaşamak için sürekli bişeyler üretmek istiyorum. bu bir olsun...<br /><br />hayatta bazı şeylerin olabilmesi için başka bazı şeylerin olması gerektiği konusunda pek fazla şüphesi yoktur sanıyorum kimsenin. bişeylerin elde edilebilmesi için bi şekilde çaba sarfedilemsinden bahsediyorum. bu çelişkili ikili yaşanan hayatların temel farklılığını ve her bir bireysel hayatın da temel heyecanını oluşturuyor sanırım. sonuçta aynı amaca ulaşmak için herkes farklı seçimler yapıyor. bu seçimler arasında fayda - zarar hesapları yapılıyor. farklı sonuçlara göre farklı seçimler yapılıyor. bu iki olsun...<br /><br />biz modern insanların görmek istemediği ve bu görmek istememeye rağmen bize çarptığı için bilinçsizce savunma mekanizması geliştirdiğimiz o kadar çok şey var ki. bunlardan bir ikisinin farkına varabilmek diğerlerinin de önünü açıyor. örneğin müslümansınız ve istanbul gibi bir yerde sokağa çıkıyorsunuz. biraz yüzeysel bi ifadeyle (ki örnek verildiği unutulmamalıdır) müslüman olmanın kur'an da yazılanlara uygun davranmak olduğu düşünüldüğünde yaşamak zorunda olduğumuz hayatı bir kenara bırakalım, sokağa çıkınca bile 10larca kuralsızlığa düşüyoruz (günaha giriyoruz). ya da çevrenin korunması konusunda duyarlı bi insansınız. evde bulaşık yıkamanız gerekiyor. ve kullandığınız bulaşık deterjanının doğaya zararlı olduğunu biliyorsunuz. ama doğaya zarar vermeyen bir biçimde karnınızı doyurmak diğer seçeneğin 5 katı pahalıya mal oluyor. aslında sahip olduğu meslek bakımından bu parayı verebilirdiniz ama üniverstede çevre korumaya dair aktiviteler yapmayı, kariyer günlerine gitmeye, dil kurslarına katılmaya tercih ettiniz. en acısı ise "örnek öğrenci" olan kuzeninizin size ziyarete geldiğinde "aa bu bu deterjan çevreye çok zararlıymış, sen de demiştin ya bunun içinde x maddesi var, ben çok-pahalı-olmasına-rağmen-çevreye-zararsız-marka markalı deterjanı kullanıyorum demesi belki. bunu kullanmasının nedeninin çevreye zarar verilmemesi değil, en pahalı markanın bu olması olduğunu, daha pahalı ve zararlı bir marka çıkarsa yenisini kullanmak konusunda tereddüt etmeyeceğini bilerek sırıtıyorsunuz. belki yanılıyorsunuz ama kimin umurunda? bi süre daha umurunuzda olacak şey her yemek yediğinizde belki küçük bir balığın ölerek zehirlenebileceği düşüncesi olacak. bi süre sonra bunu da kanıksayacaksınız... üç oldu bu da galiba....<br /><br /><span style="font-weight: bold;">toparlama</span><br /><br />biraz toparlayayım. zaten kafam dağınık toparlamazsam bu yazı da draft'lar arasında yerini alacak. birden başlayalım. çalışmak öylesine mutlu ediyor ki beni. sürekli çalışabilirim. çünkü çok ciddi bir tatmin sağlıyor. biz bilgisayar mühendislerinin başka mühendislerden en büyük farkı bu sanıyorum. mutlaka bi şekilde kendimizden bişeyler katabiliyoruz. ve bi şekilde sürekli olarak ürün alabiliyoruz. zaten yuppie'liğin temeli de bu. işe yabancılaşma yok (marksist anlamda). neyse efendim ben bu tatmin ile sürekli çalışmak isterken, bir yandan da şimdiye kadar oluşmuş etik(?) değerler kümesi bastırıyor: hayır efendim, gittiğin yol yuppie'lik yoludur, yapma etme diye. yani yaptığım iş bana yalnızca para kazanmak ve harcamaktan dolayı bir keyif vermiyor, aynı zamanda işe yapmanın hazzını da veriyor fakat bu eylemsel sonucu değiştrimiyor: iş merkezli bir hayat ve başka şeylere vakit ayıramama. bu da şimdiye kadar düşündüğüm ve yapmaya çalıştığım şeylere oldukça ters bir durum olarak ortaya çıkıyor. biraz önce bahsettiğimiz ikinci ve üçüncü durumlar devreye giriyor. haz almak istiyorum bunun için çalışıyorum (ikinci durum) fakat çalışırken düştüğüm konum hayat değerlerim ile çelişiyor (üç).<br /><br />çelişkiler içinde yaşamak çok zor. ne demişler? "ya içindesin çemberin ya da dışında olacaksın" ama "kendin içindeyken kafan dışındaysa" yapılması gerekenlere katılmıyorum. başka biçimlerde halledilebilmeli diye düşünüyorum.<br /><br />çelişkiler o kadar çok ki. örnek uzayım çok geniş. bir başka durum ise arzuladığım yapmak istediğim şeyin, bana zararlı olabileceğini düşünmek. yukarda bahsettiğim olaylarda buna bi örnek olmasına rağmen bu daha genel bi hal. örneğin sigara. içmek istiyorum bi yandan ama bana zarar vereceğini bildiğim gibi bir yandan da tatmin etmeyeceğini de biliyorum. başka pek fazla günlük insanda rastlamadım bu durumun bu şekilde ifadesine (freud'da rastladım mesela onu ifade etmeye çalıştım bu sözcük öbeği ile) ama bunu insanlar sürekli yaşıyorlar aslında belki bilinçsizce yine. örneğin bir oyun oynuyorsunuz ve rakip zorlu, "yaa keşke biraz daha kolay olsaydı rakip" diyorsunuz. ama rakip bu kadar zorlu olmasa olay bu kadar keyifli olmaz. yani aslında rakibin zorlu olmasını falan istediğimiz yok. ama bu şekilde söylüyoruz. bi nevi yalan. [kafam giderek dağılmaya başladı bu arada.]<br /><br />buraya yazı yazmam da zararlı isteklerime bir örnek olarak verilebilir. sonuçta yazmak rahatlatıyor beni. iyi hissediyorum ama başka bi sürü şeyi yapmamı engelliyor. 2 saattir bu yazı üstüne çalışıyorum örneğin. ama yine de yapıyorum.<br /><br /><span style="font-weight: bold;">sonuç</span><br /><br />insanın düşündükleri ile yaptıklarının çelişmesi kadar ağır bişey yok. düşünün çocuğunuza yalan söylememelisin diyorsunuz ama kendi hayatınız ve çocuğunuzun yaşama standartları söylemek zorunda kaldığınız yalanlar üzerine kurulu (bir meslek olarak politikacılık ya da avukatlık). <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=69140&session=83965439085961632357&LogID=">karakterler aşınıyor</a>, bütünsellikler yitiriliyor. içeriden bütünsel olamayan insanlar bütünlüklerini korumak için dışarda mihenk taşları arıyorlar, bulamayanlar ise içlerindeki anksiyete ile canlı birer bombaya dönüşüyorlar ve kurtlar vadisi en çok izlenen dizi oluyor. ahaha nası bi atlama yaptım ama. peki kurtlar vadisi izlemiyorum diyenler? anksiyete çıkacak yol bulur kendine mutlaka.<br /><br />ne çok şeyden bahsetmek istiyorum daha. ama yazının selayeti açısından burada kesmem gerekiyor artık.<br /><br /><span style="font-weight: bold;">ufak not:</span> bu yazıyı yazmamda ve yayınlamamda üstüste gelen bi kaç neden etkili oldu. devamı gelir mi bilmiyorum...meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1135910892006012442005-12-30T04:19:00.000+02:002005-12-30T04:48:12.063+02:00neden olmasın?sorunlardan birini buldum sanırım. herkesi anlamaya çalışıyorum. neydim ben? perceiving çıkmıştım testte. herkesi anlamaya çalışmak ve anlayamadığım anlarda da saygı göstermek anlayamadığım şeye. garip bi durum tabi. bazen mesela "hmm bu şöyle galiba" diyorum. ama işime gelmezse anlamamazlıktan geliyorum. anladığım şey gerçek olduğunda da en çok kendime kızıyorum tabii. demek ki neymiş? olayları anlamak istediğim gibi anlayabiliyomuşum. o zaman hissettiğim herşey kendi hissetmek istediklerim olabilir mi? neden olmasın?<br /><br />neden olmasın?<br /><br />olmasın tabii yaa. hissettiğim herşeyin kendi ürünüm olduğunu bilmenin ve aslında bunların dış gerçeklikle uyuşmayabileceğini farketmenin neler yarattığını biliyo musunuz? biliyo muyum? kendi içine hapsolmuşluğundan korkan, kendi duyularına ve düşüncelerine bile güvenemeyen bi insan. kendine ki burda yapabileceği işlerden bahsetmiyorum, güvenmeyen bi insan. bi gerçeklik algısı yok. her şey kafamın içindeymiş meğerse. gerçek sandığım her şey kendi kurgummuş. ve bunları kuran da kendi kendini bile desteklemeyen bi düşünce yapısı. kimse beni anlaya çalışmıyo gibi geliyo[1]. beni ben bile anlamıyorum zaten. buraya yazmamın amacı da bu zaten: kendimi tanımaya, anlamaya çalışmak. tanımak belki bi dereceye kadar olabiliyo ama anlamıyorum yaa. walla.<br /><br />bi de benim anlama çabam tanıdığım insanlarla sınırlı değil. herkesi, herşeyi anlamaya çalışıyorum. ve hiç kimse kendisinin haksız olduğunu düşünmediğinden belki herkes haklıymış gibi geliyo. ve sorun çıktığında bi haksız ben kalıyorum. hep haksız hissediyorum kendimi.<br /><br />çok çok basit bi nedene dayanıyo şu anda buraya yazmam. o kadar basit ki nedeni yazmak utandırır şimdi beni. halbu ki nerdeyse her büyük şey basit nedenlere dayanır. sonra bu basitliğinden bahsedilince sanki değerini yitirir. yitirmese keşke. adam aç ve düşünüyo nasıl karnımı doyurabilirim, nasıl mutlı olabilirim diye ve diyalektik materyalizmi atıyo ortaya. cilt cilt kitap yazıyo.<br /><br />bugün birine daha bi kolumu verdim. insanlar da bunu yapıyolar sanırım ama ben gayet bilincinde olarak ve isteyerek yapıyorum bunu. birine diyorum ki kolumu tut bırakma, başka birine parmağımı tut bırakma, bir başkasına bak ayağım hep 1 cm yakınında duracak. hep sözler vererek yapıyorum bunu. insanlarla ve belki gerçeklerle ilişkiye geçme çabam bu. sonra her tarafım tutulunca dayanamıyorum kaçmak istiyorum. sıkı tutarlarsa ağrıyo kaçmaya çalışırken. ve gerçeklikten yeterince kaçtığımı düşününce yeniden başlıyorum. sen şunu tut sen bunu. bugün bi işe başlamak üzere konuştuk da birileriyle onun üzerine bu paragraftaki serzenişler de.<br /><br />daha detaylıca yazmak istediğim bişeyi de burda tekrar belirtmek istiyorum. buraya yazarken hep yaşamdan bahsetmeye çalışıyorum. ama yaşamı yaşam kılan zaten bi sonunun olması. yanlış yere bakıyosunuz sonunu görenler. yaşamak istiyorum ve buna sebep bulmaya çalışıyorum. sebepsiz yaşamak sıkıcı çünkü. sıkıcının da ötesinde benim için rahatsız edici.<br /><br />uykum var, sıkıntılarım var ve kendimle ilgili sorunlarım, çözemediğim, çözemeyeceğim. bilmiyorum ne yapmam lazım. üretim sanırım...<br /><br />1. şimdi bazılarının bi anlama çabası içinde olduğunu biliyorum. hissediyorum. ancak "bazı insanlar hariç kimse beni anlamaya çalışmıyo" deseydim kimse üstüne alınmayacaktı. okuyan herkes kendini o bazının içinde görecekti. oysa bi düşünmekte fayda var: kim kimi anlamaya çalışıyo ki?meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1135465608129723412005-12-25T01:01:00.000+02:002005-12-25T01:06:48.136+02:00şimdi ben anlamadımkaoru yok, artık buna inandım. güzel günler biz yarattığımız zaman oluyo. godot ise bekleyenler için hiç bir zaman gelmiyor. adını telafuz etmek istemediğim şey geldiğinde ise zaten herşey bitecek. e o zaman <span style="font-weight: bold;">ne</span>yi b<span style="font-weight: bold;">e</span>k<span style="font-weight: bold;">l</span>i<span style="font-weight: bold;">y</span>o<span style="font-weight: bold;">r</span>u<span style="font-weight: bold;">m</span> ben<span style="font-style: italic;">?</span><br /><br />çok kızıyorum kendime çooookkk. bakalım sonumuz noolcak...meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1134776634413969102005-12-17T01:42:00.000+02:002005-12-17T01:43:54.423+02:00pay- parçalanmış benlik ve gaydırı guppak cemileler.<br />- aa, oysa ben ikinizi şey samıştım.<br />- yoo, aslında sen gelirken arkana bakmadın.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1134615173515724032005-12-15T04:52:00.000+02:002005-12-15T04:56:51.906+02:00alenen gizliyaaa, ben de başladım. eheheh. süper bişeymiş bu. eksik kalmayalım ^_^<br /><br /><a href="http://gizliblog.blogspot.com/2005/12/ok-gizli.html">memin'in kimseye söyleyemediği sırları burada: çok gizli</a>meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1134033088171990412005-12-08T10:56:00.000+02:002005-12-08T11:11:28.180+02:00orta oyunubugün capoeira ile ilgili bişeyler izledim de aklıma geldi. <a href="http://www.google.com.tr/search?q=capoeira">capoeira</a> afrika'dan (özellikle) brezilya'ya getirilen siyah insanların kültürünün bir parçası olarak tanımlanıyor. özgürlük mücadelelerinin bir parçası aynı zamanda. ama kendisi aslında bir çeşit dans, oyun.<br /><br />bizim kurtuluş ve özgürlük mücadelesi anlatılarımızı düşündüm. aklıma ilk gelenler sırtında cepheye cephane taşıyan nineler, gaza gelip top mermisi kucaklayan askerler, ölümüne savaşan insanlar ve daha niceleri. yalnız eğlence ile ilgili hiç bişey gelmedi aklıma. yahu bu insanlar eğlenmek için hiç bişey yapmıyolar mıydı? şarkılar yalnızca yarim uzakta, sıladan ayrıyım havasında mıydı? birisi de çıkıp "ya bi çiftetelli çal da iki göbek atalım!" demedi mi? "bak bak şimdi ismet paşa olucam" diyip taklit yapmadı mı? ya da bi orta oyunu oynamadı kimse? 4 yıl 1. dünya savaşı artı 4 sene kurtuluş savaşı boyunca? aklıma gelen tek eğlence valsler ve balolar nedense. ki onlar da savaştan sonra oluyor sanıyorum.<br /><br />walla efendim kendi tarihimizi anlatırken bile öyle karikatürize etmişiz ki nedenini bilmesek bile yabancı yabancı rahatsız oluyoruz. hemen açıklayayım karikatürize etmeyi tek taraflı büyüteç tutmak olarak kullandım. grotesk desem belki daha anlamlı olurdu. karikatürlerde bir devlet büyüğünü çocuksu yanıyla göremeyiz mesela ya da o yanını görsek iyi bir baba figürü olarak göremeyiz ya o bakımdan. bize de bu savaşları hep acı ve gözyaşı olarak anlattılar. e bi yerden sonra inandırıcılığını yitiriyodu gözümde. nedenini de şimdi buldum. artık gerçekçi gelmiyo çünkü. en zor durumda bile çevrede bi radyo bulunduran, o da olmadı bir türkü tutturan şimdiki zaman türkiyelisini gördükten sonra hiç inandırıcı gelmiyo hele.<br /><br />yeter bugünlük bu kadar yazdığım.<br /><br />sonum hayrola...meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1134029554251718412005-12-08T09:57:00.000+02:002005-12-08T10:55:06.053+02:00tanıdık meseleleristanbul'da ve diğer şehirlerde bi şekilde yollardan geçenlerin mutlaka farkedecekleri bişey var. yollar çok kötü! en işlek en yoğun yollarda bile çukurlardan geçilmiyo. bayaa kafayı taktım ben bu işe. arıza yapmayan şey hakkında düşünülmez sözünün de bize yol gösterebileceği gibi yolların neden bozuk olduğu konusunda düşündüm. niye yapmıyo belediye buraların bakımını, neden bi kontrol etmiyo, kimse mi rahatsız değil bu durumdan diye sordum kendi kendime. akıl yürütmeler sonucunda bi sonuca ulaştım. çok rahatsız oldum ama bi yandan da acayip aydım. çoktandır yazıcam bunu artık yazayım da içimde kalmasın.<br /><br />şimdi efendim yollar bozuk olunca nooluyo? bu yolu kullanarak yol alan motorlu taşıtların illa ki bir tekerleği, en iyi olasılıkla bu çukurların bir kaçına düşüyor. durum öyle vahim ki bazılarından kurtuluş şansı da yok. çukura düşen tekerlek, her ne kadar süspansiyonla bu önlenmeye çalışsa da arabanın statik düzlemsel yapısını bozuyor. yani araba böyle iki ucundan tutulup burkulmuş gibi oluyor. çamaşır sıkar gibi. bunun yanında yeterince yüksek bir hızla girilen çukurlarda tekerleğin içindeki hava yetersiz kalıyor ve tekerleğin cantına ciddi bir darbe alınıyor. ve bu darbeler zaman zaman cantı yamultabiliyor. arada lastik zarar görüyo. ve bunun gibi bir çok zarar ziyan.<br /><br />peki zarar ziyan sonucunda nooluyor? bir kritik zarar miktarı sonucunda arabanın bakıma alınması ya da yenisi ile değiştirilmesi gerekiyor. bunun için ek bir bütçe ayrılıyor. bu ayrılan ek bütçe ya oto sanayi sitelerine aktarılıyor ya da otomotiv firmalarına bağlı çalışan servislere bırakılıyor. eğer yenisi ile değiştirilmesi seçeneği seçildi ise bu ayrılan ek bütçe otomotiv firmasının kendisi ile banka arasında taksim ediliyor.<br /><br />neyse efendim velhasıl bi şekilde aracı kullanandan bir miktar daha para çıkıyor. hah şimdi bu para önemli. daha doğrusu bu paranın işleyiş mekanizması önemli. bu para bizden bi şekilde periyodik bakımlar için çıkacak zaten. fakat yolların bozuk olması dolayısı ile bir miktar daha ekleniyor bu paraya ve böylece otomotiv sektöründeki döngüsüye biraz daha para giriyor. böylece bu sektörde daha fazla iş yapılıyor (iş hacmi artıyor), daha çok kişi çalışabiliyor (istihdam artıyor), ve bu bir kısım işi olmayan insana iş olanağı çıkmış oluyor, bu insanlar evlerine ekmek götürebiliyorlar. hmm. sonuçları pek de fena değilmiş di mi? aracı kullanan yönünden bakmazsak tabii. gerçi o kişi de bu ek masrafı göze alıp yine aracı kullanmaya devam ediyor. bir nevi ek vergiye dönüşüyor yani.<br /><br />peki neden kimse bu duruma bişey demiyor? sonuçta herkes bu yolları kullanmıyor mu? sanırım burda biraz atıcam. eheh. söz sahibi olan kişilerin, bişeyleri daha kolayca değiştirebilecek kişilerin araçlarını bi inceleyelim. ne görüyoruz? türkiye'ye başka bir ülkeden gelen biri şöyle bişey demişti: "yaa burda insanlar ne kadar doğayla iç içe, baksanıza hepsinde jipler, offroad araçlar, 4 çekerler var. çok takdir ediyorum sizi." bu sözün üstüne ne denir ki? bilseler o offroadların slalom yapmadan onroad gidebilmek için şart olduğunu.<br /><br />biraz yolların durumundan ve bunun ekonomik yansımalarından bahsettikten sonra açımızı biraz genişletelim. son (yaklaşık 2,5 sene önceki) ekonomik krizden nasıl çıkıldığını biraz irdeleyen var mı? ben pek irdelememiştim açıkçası. ta ki bi zaman kayseri'ye gittiğimde ekonomik ortamın gayet iyi olduğunu farkedene kadar. güvenilir kaynaklardan aldığım bilgilere göre bütün fabrikalar tam kapasite çalışıyordu. ve ürettiklerini nereye satıyorlardı? <span style="font-style: italic;">yeniden yapılanma sürecinde olan</span> ırak'a. bu konuda kimsenin bişeyler dediğine rastlamadım. ırak'taki savaş hepimizin yüzünü güldürdü, hepimizin işine yaradı aslında. yeni bir pazar açıldı. bi şekilde paralar kendine yeni yollar buldu. türkiye (türkiyeli şirketler) de bi şekilde bu yolun bi başında durmayı başardı ve paranın bi kısmını alabildi. bu gelen para ile fabrikalar çalışmaya başladı, insanlara iş olanağı doğdu, açlar doydu...<br /><br />ırak'taki savaşın yeni pazar açması ve yeni açılan pazar ile başka bir çok insanın karnının doyacağını ve ordaki ölenler sayesinde buralarda başkalarının yaşayacağı üzerinde kimse durmak istemedi. ya da dediğim gibi ben rastlamadım. yok efendim bush suçlu, çünü aptal, çünkü gaddar. halbuki amerika'nın ekonomik krizden çıkması gerekiyordu, yeni pazar gerekiyordu, şirketlerin yeniden para kazanması gerekiyordu. bu yüzden de savaş şarttı. ama bunu demek tanrı'nın varlığını mantıkla ispatlamaya benziyor. biri de çıkıp olmadığını ispatlayabilir. yani inancı mantıkla açklamak nasıl inancın köküne kibrit suyu dökerse savaşı bu şekilde açıklamak da savaşın asıl suçlusunun, kapitalizmin (serbest piyasa ekonomisinin) ta kendisi olduğunu söylemek olurdu. ama kibrit suyuyla yıkılacak durumda olmadığı için sistem aslında hiç bişey söylememiş olurdu. çünkü bi yandan da herkes bunun farkında. bi çok kişi orda ölenler sayesinde ekmek yediğini söyleyebilir size, biraz yol gösterirseniz.<br /><br />bu olayın farkındalık durumu başka açıklamalar yapma gereksinimini de doğuruyor. bizi yeni çözüm arayışlarına sevkediyor. ve bir çok kişi de demokratlar olsaydı iktidarda bu işi savaşmadan çözebileceklerine inanıyor. ama bush'un çözüm önerisi daha net ve sağlamdı.<br /><br />biraz öfke doldum bu duruma. geçenlerde businessweek adlı dergide bi yazının başlığı dikkatimi çekti. yaklaşık olarak şöyle bişeydi: "3. köprü ile gelecek yeni iş alaları: konut ve otomotiv sektörünün önü açık". konut sektörünün türkiye ekonomisinin ana motoru olduğu düşünüldüğünde, mantıklı düşündüğünü sanan herkesin karşı çıkmasına rağmen, devletin bu konuda bu kadar ısrarcı olduğu daha net anlaşılabilir sanıyorum.<br /><br />aklıma sürekli yeni örnekler geliyo, yazı da uzadıkça uzuyo. istiklal'in yerlerini yeniden döşüyolar. bence istiklal'in dokusunun içine ediyolar. ama nooluyor devletin parasının bir kısmı (büyük olasılıkla akp'li) bir müteahite aktarılıyor. böylece o müteahit insan çalıştırıyor, bi yerlerden taş alıyor, oralara para veriyor, para kendine akacak mecralar buluyor ve birilerinin karınlarını doyuruyor. bundan bi kaç sene önce de bütün istiklal'in tabelalarını değiştirtmişlerdi nostaljik olacak, eski gibi olacak diye. granit döşeli yolda giden nostaljik bir tramvay ve pencereden bakıldığında görünen eskiye benzer tabelalar. ağaçları da kestiler büyük olasılıkla granitle uyumsuz olacağı için.<br /><br />amaaa kim takar ormanı, ağacı, su havzasını, araba tekerinin doğaya verdiği zararı? tüketim toplumunda yaşıyoruz amaç tüketmek. ki birilerinin karnı doyabilsin.<br /><br />akp iktidarında yaşıyoruz. kimin sesi gür çıkabiliyor partililer dışında? cılız seslerimiz de işte ancak dövünmeye yarıyor.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8864251.post-1132634838495021932005-11-22T06:31:00.000+02:002005-11-22T06:47:33.353+02:00sendelebu ara herşey o kadar hızlı, o kadar garip ki hayatımda. anlamıyorum neler olup bittiğini. belli zamanlarda belli yerlerde olmam gerektiğini düşünüyorum yalnızca ve olmaya çalışıyorum. baş döndürücü.<br /><br />ne uzun uzun yazılar yazabilir oldum ne de adamakıllı düşünebilir. bakıyorum, duruyorum ve uyuyorum (hayata). böyle kısa kısa girişler de yapcam bundan sonra. kasmıycam ööle uzun uzun yazayım diye. yazmak iyidir, durmak da.meminhttp://www.blogger.com/profile/03451444380289927786noreply@blogger.com0