Cumartesi, Şubat 17, 2007

ya geride kalanlar?

sonlar üstüne düşündüm bu ara. son. son. son. kişisel tarih sonundan ele alalım incelemeye. kişisel tarihin sonu ne zaman gelir? eğer başka bir aksaklık yoksa, insan öldüğü zaman kişisel tarihinin de sonu gelmiş demektir. peki, o zaman gelin ölümü toplumsal bir olgu olarak incelemeye çalışalım, yarım yamalak, kıçtan patlak bilgilerimizle. şimdi baştan söyleyeyim, bu yazıda çok fazla "ölüm" kelimesini kullanacak gibi görünüyorum. bu rahatsız edici bir kelime. pek sevmiyorum kullanmayı. ama kaçışım(ız) yok gibi görünüyor. haa bir de kaynakları tek tek belirtmemekle birlikte bülent somay'ın dersinde dinlediğim bir çok şeyi kullanmayı planlıyorum yazıda. ulan bu adam bunları nerden düşünüyo demeyin, çoğunu çalıp çırpıcam. bu kadar da açık sözlüyüm.

insanlık tarihinde ölüm, siyasallaşmaya başlayan ilk olgulardan biridir. yani ilk politikalar ölüm üzerinden yürütülmüş insanlık tarihinde. bunun çok açık bir sebebi var. ölüm kendisi bir son olmakla birlikte çok önemli bir şeyin de yaratıcısıdır. ölüm, elimizdeki en önemli fırsat olan "yaşam"ı yaratır. ölünmeyen bir dünya düşünebiliyor musunuz? düşünemiyoruz tabii. şöyle yaklaşalım: şu anda bizim için ormanlar önemli. eskiden olduğundan çok daha değerli. neden? çünkü tükeniyorlar. tükenebileceklerini farkediyoruz. 500 yıl önce insanlar için olduğundan çok daha farklı anlamlara sahip ormanlar bizim için. sonu olan şeyler artık ormanlar. hiç tükenmeyeceğini bildiğiniz bir şey düşünün. benim aklıma nerdeyse hiç birşey gelmiyor. çünkü bir çok şeyi kavramamız o şeyin tükenmeye yüz tutmasıyla, sonunun olduğunun farkına varmamızla başlıyor. yani kısaca bir şeyi yaratan, ya da şöyle diyelim ki tartışmalara meydan vermeyelim, bir şeyin değerinin, cisminin anlaşılması o şeyin "son"u kavramıyla birlikte geliyor.

şimdi tekrar dönelim ölüme. cenaze törenleri neden yapılır? yakını ölen birine neden "başın sağolsun" denir? bu ikinci söylediğim ölümün toplumsal anlamına dair çok önemli ipuçları taşısa da başka bir örnekle anlatmak istediğimi biraz daha pekiştireyim. özellikle amerika kıtasında yaşayan afrika kökenli insanların cenaze törenlerinden bahsedeyim. bu törenlerde cenaze gömülmeye götürülürken bir ağıt şarkısı çalınır. cenaze gömüldükten sonra geri dönerken ise çok daha neşeli şarkılara yer verilir (ki cazın doğuşunda da bu müzikler önemli yer tutmaktadır.). bu (psödo-)neşenin nedeni ölenle ölünmemesi gerekliliğidir. ölenin ve bir kavram olarak ölümle yüzleşmenin ardından yaşamın yeniden kutsanmasıdır. bir kişinin ölmesi o kişinin artık içinde bulunamadığı bir durumun içinde bizim hala bulunduğumuzu hatırlatır bize. bunu hatırlamak isteriz. ölüm, son, yaşamı yaşam yapan şeydir.

peki ölünün ardından gelen başka sorunlar yok mudur? vardır. ya da şöyle söyleyelim, ölüm bilindik bir şey midir? evet bilindiktir. en azından yaşayanlar tarafında olan bizler için. ölen insanın yaşamı son bulmuştur. o artık yaşamamaktadır, aramızda değildir. şimdi başka bir örnek verelim: şimdilerde yunan mitojisi olarak bildiğimiz, yaşadığımız toprakların eski inanışlarında ölenler hades'e (ölüler diyarına) doğru yola çıkar. orda bir nehir vardır. adı styx'tir. bu nehir ölüler dünyası ile yaşayanlar dünyasını birbirinden ayırır. bu nehrin üstünde bir kayıkçı vardır. bu kayıkçının adı phlegyas'tır. bu kayıkçı ölüler diyarına gidenlere nehri geçirir. ve bu nehri geçirirken de para ister. hades'e gidenlerin bu parayı ödeyebilmeleri için ölenlerin bedenleri yakılarak göğe yükseltilmeden önce gözlerinin üstüne birer tane para konur. neden gözlerinin üstüne konduğu ise ayrı bir konudur. bu konu başka bir zaman irdelenir. şimdi, ölene son borcumuz gibi görünen bu para koyma hadisesinde yalnızca bir borç ödemeden öteye geçen başka durumlar da söz konusudur. hades'e giden kişi parayı ödeyemezse, nehri geçemezse ne olur? geri dönebilir. evet. son, son olamayabilir. hades'e gidemeyen bir kişi bizim dünyamıza geri gelebilir. ve bu çook ciddi bir sorundur.

ölümle ilişkimiz çok da normal olarak hep yaşam tarafındandır. yani ölüm bizim için yaşamın sonudur. bir sondur. son olarak kalmalıdır. ölümün son olarak kalmaması, en azından bizim bildiğimiz dünyayı sonlandırmaması bizi büyük bir bilinmezliğe sevkeder. bu bilinmezlik rahatsız edicidir. bu rahatsız ediciliğinden dolayı tehlikelidir. öncelikle başka bir sonu yoktur. zaten son olması gereken bir şey, son olması nedeniyle öncesini var eden şey, artık bir son değil yalnızca sonunun bilinmediği bir dönüşüm haline gelmiştir. ve sonu olmadığı ya da bilinmediği için varlığı ile de bir kez daha bilinmez, tahayyül edilemez olmuştur. bu riski almak istemeyen insanlar, ölülerin kendi diyarlarına geçebilmelerinden emin olmak isterler. o diğer tarafa geçsindir ki biz de bildiğimiz şekilde yasını tutabilelim, yasımız bitince de hayatımıza devam edebilelim. sonu kabul edelim yeni başlangıçlar yapalım.

eskilerde yaşamış ünlü bir insan (adını hatılayamadım şimdi) melankoliyi, şimdilerde bildiğimiz adıyla depresyonu, bunalımı tanımlarken der ki: içimde bir ölü yaşıyor. eveet nereye geldik? yaşayan bir ölüye. hem de içimizde. melankoli halinin çok da normal bir durum olmadığından yola çıkarak, normalde ölülerin ölmesi gerektiği sonucuna bir kez daha varabiliriz. ama bu bizi bir yere götürmez. halbuki bu ruh hali üzerinden biraz daha gidersek daha irdelenesi sonuçlar çıkartabiliriz.

ursula leguin adlı harika kadın der ki: ölümle tanışmamız, büyümemiz, olgunlaşmamız açısından çok önemli bir adımdır. şimdi çocuklara bakalım. onlara göre yaşamları sonsuzdur, anne babaları hep var olacaktır, oynadıkları oyunlar hiç bitmeyecektir vs. "son" kavramı kafalarında yalnızca bir kelimedir ve hep başkaları tarafından dayatılır. ne zaman ki "son"ların kişisel dayatmalar değil, gereklilikler olduğunu anlarız gerçekten büyümeye başlarız. olayları, olguları büyük insanlar gibi algılayabilmeye, varlıklarını gerçek olarak görebilmeye başlarız. çünkü biraz önce de bahsettiğim gibi, sonu bir şeyi vareden en önemli parçasıdır.

hayatımızdaki her şeyin bir sonu olduğunu kabul ettiğimiz zaman hayatı algılayışımız ve kavramları yerlerine oturtmamız kolaylaşır. fakat bununla paralel olarak da yaşamamız bir o kadar zorlaşır. her ne kadar sevmediğimiz şeylerin sonunun olması çok güzelse de sevdiğimiz şeylerin de sonunun olması çok zordur, zorlayıcıdır, üzücüdür.

sonunun olduğunu algıladığımız güzel şeylerden daha kötü birşey daha vardır: sonunun geldiğini kabul etmediğimiz, içimize sindiremediğimiz olaylar. içimizde diri tutmaya çalıştığımız ölüler. sonunu, ölümünü kabul ettiğimiz şeyler ardından yas tutarız, ağlarız, sızlarız, içeriz, üzülürüz, sonra geçer. evet geçer. biten şeylerin yerine yenilerine başlarız, ölmüşlerin yerine yenilerini koyarız. sonu gelecek olan başka şeyler, sonu gelmiş olan şeylerin yerlerine geçerler. hayat devam eder.

sonunu getiremediğimiz şeyler, gömüp oradan ayrılamadığımız ölüler ciddi bir sorundur. bi kere en önemlisi yer işgal ederler. işe yaramayan, yarayamayacak olanlar işe yarar olanların yerlerinde beklerler. sonları da gelememiş olduğu için varlık anlamlarını yitirir başka şeylere dönüşürler. hayatımıza devam etmemizi engellerler. bir bunalım sebebi olarak içimizde dikilirler.

bitemeyen bir ilişki, yaşayan ölüler için çok güzel bir örnektir. adı konmuş ya da konmamış her ilişki biter. bitmeye mahkumdur. varolabilmesi bitebilmesine bağlıdır. başlamamış her ilişki içinde bir umut barındırır. başlamasının umudu. yeni şeylerin umudu. fakat başladıktan sonra ilişkilerin kaçınılmaz sonu bitmesidir. bu ne yazık ki böyledir, üzücüdür, ama böyledir. peki bitecek, üzülücez diye başlamayacak mıyız ilişkilere? hiç akıllıca bir çözüm gibi görünmüyor. çözüm sonu olduğunu bilerek her anın değerini bilebilmekten geçiyor sanırım, hayatın her anını en dolu şekilde yaşamaktan. bitirilemeyen ilişkilere örnek olarak benim okulla ilişkimi vermek isterdim. bitmiyor kardeşim okul. bitirmiyorum. almıyorum diplomamı. almak istemiyorum. bu kadar mantıklı açıklamanın ardından da olsa bitirmek istemediğimi söylemek istiyorum. korkuyorum. ne olacağımdan korkuyorum.

öhm. okuldan daha güzel bir örnek sanırım gönül ilişkileri üzerinden verilebilir. sevdiğiniz bir insanla yaşayabileceğiniz ilişkinin başlamadan önce barındırdığı umutlardan bahsetmeye gerek yok sanırım. peki başladıktan sonra ki güzelliklerden bahsetmeye gerek var mı? bence yok. peki sonlandığı zamanda yaşanan üzüntülerden bahsetmeye gerek var mı? yok. sonlanamadığı zamandan bahsetmeye gerek var mı? evet. gönül ilişkileri genelde karşılıklılık ilkesine dayanır. iki taraf da birbirine vakit ayırır, yanında bulunmaktan keyif alır v.b. ilişkinin sonunda da karşılıklılık ilkesi devam ediyorsa, sorun yoktur. ilişki bitirilir, bitmiş ilişki gömülür, ardından ağlanır, kurtulunur. peki ilişkinin sonu karşılılık ilkesine uymuyorsa. tek taraf hala gömemediyse ilişkiyi... bir dakika. şimdi bakınca gömemeyenin tek taraf olması gibi bir şart olması gerekmediğini farkettim. iki taraf da ilişkiyi gömemeyebilir. ölememiş ilişki iki tarafın da içinde yaşamaya devam ediyor olabilir. buu, kötüdür. üzer. hem de çok, hem de sürekli. bu şekilde bitememiş bir ilişkinin yeniden doğması, tamamen ölmesinden bile daha zordur. zaten yeniden doğsa bile hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktır. peki gömülememiş bir ilişkiden ne zaman kurtulunur? işte bu muammadır. yaşayan ölülerin muamması. yarın da gidebilir hades'e, 10 yıl sonra da. belki de hiç gitmez. eğer üzüntü bize zevk vermiyorsa yapılabilecek, yapılması gereken en önemli şey bir an önce onu olması gerektiği yere göndermektir; bir fotoğrafa, bir hediyeye, bir mekana hapsedip, çekmeceye kilitlemektir, kilitlenmiş çekmeceyi ve içindekileri unutup, yasını tutmak, gömüldüğü yerden çıkmayacağına emin olana kadar hatırlamamaktır. Böyle yapamazsak hayata devam edemeyiz. yaşayamayız, anın tadını çıkaramayız.

insan mantıklı bir hayvan değil tabii. düşünüyoruz, yazıyoruz bunları ama olmuyor, olamıyor. múm diye bir grup var. ben yeni buldum. çok güzel müzikler yapıyorlar. eğer anlayabilirseniz sizi çok mutlu ediyorlar. mutlaka dinleyin. hatta ben yardımcı olayım size:

http://www.youtube.com/watch?v=mfyfbOVaAaY
http://www.youtube.com/watch?v=6nYsBqRjtuw

ama asıl 'asleep on a train', 'awake on a train', 'don't be afraid, you have just got your eyes closed' ve 'i can't feel my hand any more, it's alright, sleep still' dinlemeniz lazım. onları da isteyenlere mail atarım ben ;)

Perşembe, Şubat 08, 2007

halusinasyon

en bilinen tanımı ile olmayan şeylerin olduğunun algılanmasıdır. en bilinen olmasıyla birlikte doğru bir tanımdır. fakat yalnızca algılarımızın oynadığı bir oyun değil, gerçeklik kavramının da sekteye uğramasıdır. örneğin ilüzyonda bir şeyin gerçekten ortadan kaybolmadığını ya da adamın uçamayacağını bilirsiniz. sizin algılarınız size böyle söylese de gerçek farklıdır. olanlar gösterildiği gibi değildir.

orada olmayan bişeyi gördüğünüzde, ya da olmaması gereken bir ses duyduğunuzda bunun gerçek olamayacağına kendinizi inandırdığınız sürece ciddi bir sorun yoktur. yalnızca daha temkinli olursunuz, algılarınızı denersiniz, güvendiğiniz şeyler üzerinden algılamaya çalışırsınız. fakat ne zaman ki güvendiğiniz şeyler de güvensizlik vermeye başlar, o zaman ciddi sorunlar kapıya dayanır.

elinizde tuttuğunuz şeyin gerçek olmadığını farkettiğiniz zaman, elinizde neden böyle bir şey olduğunu algıladığınızı düşünmeye başlarsınız. elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz şey gerçekten orda değilse ve siz bunu daha önce farketmediyseniz, başka şeyleri de farketmemiş, yanılmış olabilirsiniz. elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz şey aslında yokmuş, peki ya eliniz? bu el sizin miymiş? burda bi el var mıymış? peki sizin bi eliniz var mıymış? "el" kavramı neymiş? "kavram" neymiş ki? mantık neymiş ki? "gerçek" noolmuş? güvendiğiniz neymiş? yaşadığınız? yaşadıklarınız? burda bulunuyor muymuşsunuz? siz var mıymışsınız?

halusinasyon yalnızca olmayan şeyler algılamak değildir. aynı zamanda bununla birlikte gelen gerçeklik yitimidir. "gerçek"in olmadığı bir yer düşünün. neyin ne olduğunun bilinmediği, olaylar arasında sebep sonuç ilişkilerinin olmadığı bir yer. burası bir "harikalar diyarı" değildir. burası bir azap dünyasıdır. siz azabın ve dünyanın ne olduğunu bilemediğiniz bir haldeyken.

gerçeğin ya da daha tutarlı bir ifadeyle güvenebileceğiniz algıların kaybolduğu bir zaman-uzayda kalmak her babayiğidin kaldırabileceği bir durum değildir. rasyonel düşünce ile yoğurulmuş beyinler bunu kolay kolay kaldıramaz. gerçek, algı, sebep sonuç ilişkisi, deneyimlerin hayata katkısı, yaşanmışlıklar, yaşananlar, uzay, zaman yok olmuştur, siz artık yoksunuzdur. bu tür bir yokluğun ilk belirtisi genelde anksiyetedir. netekim alışılmışın dışında ve ağır halusinasyon yaşayanların deneyimi bunu destekler niteliktedir. ne yapacağını, neyin ne olduğunu bilemeyen, ayrımına varamayan bir ruh hali.

eğer kavramların aşırı derecedeki sönükleşmesine birazcık alıştırırsanız kendinizi, keyif almaya başlayabilirsiniz. şimdiye kadarki tüm deneyimlerin, kavramların yitmesi; size yepyeni deneyimler, yepyeni kavramlar sunabilir. artık herşey mübahtır. isterseniz odanızdan bir tren geçirebilirsiniz ya da uçarak gidip istediğiniz yerde istediğiniz insan olabilirsiniz. ya da şöyle söyleyelim, öyle olduğunuzu sanırsınız. tabii bunu yalnızca kontrol edebileceğiniz ölçekte yapabilirsiniz. odanızdan tren geçirirken trenden üstünüze bir fil düşebilir. ölebilirsiniz. belki de ölmezsiniz. ufak bir şemsiye açıp kurtulursunuz filden.

halusinasyon, gerçeklik yitimi, her ne kadar keyifli noktalara ulaşabilse de içkin olarak her zaman bir güvensizlik barındırır. çünkü her an kontrolünüzden çıkabilir, her an sizi de sönükleştirip içine alabilir.

şimdi bu halusinasyon tanımını biraz genişletelim. biraz önce bahsettiğimiz herşeyin temelinde duran gerçeklik yitimini, sönümünü tekrar ele alalım. ama bu kez algılar üzerinden değil algılayış üzerinden gidelim.

düşünün ki bir oda var. bu odanın içindekine dair hiç bir kişisel deneyiminiz yok. bu oda hakkındaki her türlü veriyi dolaylı yoldan elde ettiniz. güvendiğiniz kaynaklardan gelen bu veriler ise sizi o odanın içindekilerin hoş olmadığı, istenmeyen şeyler olduğu konusunda ikna etti. yani artık yalnızca bir veri değil oda hakkındakiler, işlenmiş düşünceleriniz. sizin düşünceleriniz. örnek bu ya, bir gün bu odaya girdiniz. ya da açıp baktınız. ve bu oda içindekilerin aslında o kadar da istenmeyen şeylerden oluşmadığını farkettiniz. bu oda aslında güzelmiş. ve tabii insanın kendisiyle çelişmesinin kolay kaldırılabilir olmamasından ötürü, bu oda hakkındaki düşüncelerinizin sorumluluğunu başkalarına, güvendiğiniz kaynaklara yüklediniz. güvendiğiniz kaynaklar ile iletişime geçip yeniden görüş birliğine vardığınızda ise sonuç, aslında kaynakların verdiği verilerin değil sizin vardığınız sonucun bu yönde olduğu oldu. yani kısaca "hani böyleydi?" dediniz onlar da "sana öyle gelmiş" dediler.

şimdii. bir düşünceniz vardı bu oda hakkında. sizin düşünceniz, sizin bir parçanız, sizi siz yapan bir eleman. ve bu düşünce yanlışmış, doğru değilmiş, "gerçek"lerle uyuşmuyormuş. şimdiye kadarki bütünlüğünüz aslında tam olarak bütün değilmiş, eksikmiş. peki bildiğinizi sandığınız diğer şeyler? ne biliyomuşsunuz ki aslında? emin olduğunuz bir şey yanlışsa, emin olduğunuz diğer şeylerin doğru olduğunu nerden bilebilirsiniz ki? asla yeniden emin olamazsınız. kalem hep yazı yazardı şimdiye kadar, kağıt yırtılırdı, duvara çarpınca canınız acırdı. peki şimdi emin misiniz? ben olsam olamazdım, olamadım.

algıların sönümü, algılayışı, düşünceleri ne kadar etkiliyorsa, algılayışın sönümü de algıyı o kadar etkiler. gördüğünüz şeyin gerçekten gördüğünüz şey olup olduğu konusunda şüpheye düşersiniz artık.

dayanağını yitirmiş bir algı ile odamızdan tren geçirebiliyorsak, dayanağını yitirmiş bir algılayış ile neler yapamayız ki? bir düşünsenize, yine herşey mübah. yine bir kısıtınız yok. şimdiye kadar ki bütün öğretilenler, bütün bildikleriniz yitiyor. sınırlar ortadan kalkıyor. toplum olabilmemiz için gerektiği iddia edilen şeyler, sizin içselleştirdiğiniz kurallar, olması gerektiğini düşündüğünüz kavramlar ortadan kalkıyor. bir ahlak kavramınız yok artık. kafanızdaki erekler yok artık. tamamen özgürsünüz.

algılayışın sönümünde yine aynı sorunla karşılaşıyoruz: ya bildiklerimizin, düşündüklerimizin hepsi yanlış değilse? ya duvardan geçemiyorsak hala? ya başkalarına saygılı olmanın bilmediğimiz, göremediğimiz, anlayamadığımız avantajları varsa? yaptığımız işin yanlış olduğunu düşünüyorduk. ama şimdi yanlışmış gibi gelmiyor. ama yine de yanlış olabilir belki. şimdiye kadar sizi oluşturan sizden tamamen kurtulamamanızın da verdiği bu ve benzeri ikilemler bizi yine aynı noktaya götürür: anksiyete.

yazı uzadıkça uzuyor tabii ama bahsetmeden geçmek istemediğim, hatta bundan bahsetmek için yukarıdaki paragrafları yazdığım bir durum daha var.

gerçekliğin kaybolması ve anksiyete yalnızca yanılıcı, yanıltıcı durumlar sonucunda ortaya çıkmaz. daha düzgün bir ifadeyle; yukarıdaki durumların sonucu olarak ortaya çıkan sonuçlara başka yollardan da erişilebilir. bunlara bir örnek kişiliğin kaybolması, benliğin soluklaşmasıdır.

benliği oluşturan etmenlerden en önemlileri onu tanımlayan şeylerdir, kendimizi başka insanlardan farklı kıldığını düşündüğümüz özelliklerimiz. bu özellikler yıllar boyunca üstüste eklenerek, zaman zaman şekil/yer değiştirerek birikir. ve bizi biz yapar. bulunduğumuz yer, içinde yaşadığımız ortam, hedeflerimiz, hayallerimiz, sevmediklerimiz, olmadıklarımız, olmak istediklerimiz, hep bizi biz yapan şeylerdir. günün birinde bunların büyük bir çoğunluğu sekteye uğradığı zaman ciddi bir sorun çıkar. benlik darbe almıştır. kan kaybetmektedir. bütünlüğünü yitirmiştir.

bütünlüğünü yitirmiş bir benlik halusinasyonlar arasında salınan bir benlikten çok da farklı değildir. çünkü biraz önce bahsettiğim üzere halusinasyonların doğurduğu sonuçlarda en büyük etki, gerçeklik duygusunun kaybolmasıdır. gerçeklik (ki anlamış olacağınız üzere burda gerçeği algısal bir kavram olarak kullanıyorum), benliği oluşturan en önemli etmendir. benliğin bütünlüğünü yitirmesi, gerçeklikten uzaklaşması biraz önce bahsedilen sonuçları doğurur. olmayan, sekteye uğramış, eksilmiş bir benin attitude (türkçesini bulamıyorum) kaygısı kalmamıştır. konum kaygısı kalmamış bir birey için ise yine herşey mübah hale gelir. bir yandan bu mübahlığın özgürlüğünü yaşayan birey, bir yandan da olmayan bir benin, olmayan, sönmüş kavramların anksiyetesini yaşar.

kendimi tanımlayan şeylerin bir çoğunu yitirdiğim şu zamanlarda böyle bir yazı yazmak istedim. öncelikle kendimi anlamak, sonralıkla da dünyaya bişeyler katabilmek umudu taşıdım.

keyifli hayatlar diliyorum.