Pazartesi, Temmuz 10, 2006

iki kısa

bir başka uzundan önce şunları belirtmek isterim:

ben doymayı bilmeyen bir insanım. evet doymuyorum. yemek yerken örneğin, ya yemek biter ya da midemde ki boşluk, ben öyle anlarım daha fazla yememem gerektiğini. hayata fair yansımaları da var tabii bunun. doymayan anorgul'u kaç kişi bilir ki tabii. ama bu başka bir hikayedir.

bir başka durum: çevremde olan, yaşadığım çevrede bulunan herşeyin (az ya da çok) nasıl çalıştığını biliyorum. nasıl çalıştığını, neden orda olduğunu, yerine neyin gelebileceğini, kısıtlarının neler olduğunu v.s. bu çok önemli bişeymiş gibi geliyo bana. örneğin şu an bakış alanım içinde olan ve teknik olarak ayrıntısına kadar nasıl çalıştığını söyleyebileceğim şeyler: duvar saati, kolonya, dizüstü bilgisayar, masaüstü bilgisayar ve ona bağlı hoparlör ve monitör, masa, cips, duvara monte bir raf, koltuk, radyolu cd çlar bir teyp, kitap, çiçek, poşet. kalorifer peteği, tişört, duvar, perde, sarfiyatsız ampul, cep telefonu v.s. bunların hepsinin varoluşlarına ve çalışmalarına dair teknik anlamda bişeyler söyleyebilirim. ilgi çekici bu çünkü bu şeylerin yaptıkları işte çok bu işi nasıl yaptıklarını da biliyorum, hesaplıyorum. kardeşim için örneğin bir teyp müzik çalar ya da kolonya insanı ferahlatır. ama benim için o teyp manyetik alan üzerindeki işaretleri alır ve bir kuvetlendirici yardımı ile bizim anlayabileceğimiz dalgaları üretmesi için eletrikesel işaretlerden ses dalgası üreten hoparlöre gönderir. kolonya, içindeki alkol sayesinde döküldüğ yerde bi süre sonra buharlaşmaya başlar (max. entropi) buharlaşırken çevresinde ısı alarak serinletir ve bulunduğu ortamı soğutur (deriyi serinletir). arda kalan koku içiren moleküller ise daha yavaş ortama dağılarak, görece kalıcı bir kokunun insanın üzerinde kalmasını sağlar. bu moleküller gider burundaik algaçları uyarır ve bizlerin kokuyu algılamasını sağlar. duvarlar kiremitten örülür, üstüne sıva çekmek en önemli iştir çünkü duvara asıl şeklini o verir. sıva çimento ve ince umdan yapılır çünkü kalın kum pütürcüklü bir yapı oluşuturur. duvara asılı raf toplam 4 noktasında moment oluşturur ve bu momentler ile duvara asıl kalır. falan filan. işte çevremde olan herşeyin nasıl çalıştığını biliyorum. iyi bişey mi? işte bunu bilmiyorum....

Pazar, Temmuz 09, 2006

spa

bugünlerde kendime oldukça zarar verici davranıyorum. sürekli olarak alkol alıyorum, sigara içiyorum, işe gitmeyerek ve gitmek isteyerek stres yapıyorum, düzenli olarak yapmam gereken şeyleri yapmıyorum. yemek de yemiyorum örneğin ve yakın zamanda vermem gereken ödevimi yapmıyordum. öylece oturuyorum, kimseyle görüşmek istemiyorum falan filan. fiziksel olarak doğrudan zarar vermiyorum belki ama bu saydıklarım dolaylı da olsa beni mahfedecek güçte.

geçenlerde jackass [II] geldi aklıma. nerdeyse herkes biliyodur ama bu programda (!) insanlar kendilerine (ve zaman zaman başkalarına) bilerek ve isteyerek zarar verecek şeyler yapıyorlar. nedeni konusunda emin olmayarak eleştirel bir göz ile baktığım bu insanlardan çok da faklı yaşamadığımı farkettim sonra. ben de bir jackass'tim ben de bir sıpaydım.

kendi kendime düşününce neden böyle yapıyorum acaba diye; düşünce ağı beni dolambaçlara sürükledi. bu dolambaçları biraz irdeleyeyim. öncelikle bunların bana zarar vereceğinin bilincindeyim. peki insan bilerek neden kendine zarar verir? bu çok sıradan bişey olmasına rağmen bu noktada bu olayı en iyi açıklayan kişilerden biri olan dostoyevski'ye kulak verelim. yeraltından notlar kitabının kahramanı "pis" bi insandır. okudukça kıl olduğunuz kişidir. ama kıl olmamız yalnızca yaptığı işlerden değil, biz yaparken binbir takla atarak kılıflamaya çalıştığımız şeyleri alenen yapıp, samimice anlatmasıdır.

yeraltı adamı derki: ya en üstte olmalıyım ben, yani hakettiğim yerde; ya da en dipte çamurların içinde sürünmeliyim. çünkü asil olan, iyi olan diplerde gezinse de çamurlara batsa da aslını yitirmez. ve bu koşullarda da değerinden birşey kaybetmeyecek olması değerli olduğunu bir kez daha ispatlar. "para yere düşmekle pul olmaz" hikayesi.

yani efendim demem o ki ben bir megalomanım. kendime değer vemedikçe, özen göstermedikçe, kendimi değersiz kıldıkça aslında ne kadar da değerli, ne kadar da süper bir insan olduğumu bir kez daha vurguluyorum kendi kendime. kendi kendime diyorum ki ulan ciğerlerimi söküp alsalar, ciğerim peş para etmese bile ben yine de değerliyim.

- tabii olm, ne sandınız ya? siz benim tırnağım olamazsınız bea! di mi lan mustafa?


yalnız işin garibi, hayat da bunu doğrular çerçevede gelişiyor sürekli olarak. yani nasıl desem, ben hayata dair boşverdikçe, ben değersizim dedikçe, insanlara değer vermedikçe daha bi yüceliyorum sanki. örneğin işe gitmiyordum iki aydır, yeni bir iş teklifi geldi. haa şu da olabilir tabii; bunların hepsi benim bakış açımdan kaynaklanıyordur ve ben küçük prens'teki kraldan çok da farklı değilimdir aslında. doğru zamanda doğru kişiye emir vererek bütün emirlerimin yerine getirilmesini sağlıyorumdur. kim bilir?

(bu post ile birlikte küçük prens'ten alıntı yapmayan nadir insanlardan biri olmaktan kurtuldum artık. ne mutlu!)