Çarşamba, Mayıs 17, 2006

bir öykü

bir adam varmış. deniz kenarında yaşarmış. bu adamın bir evi varmış, bahçeli. ev dediysek öyle büyük diil, iki odası varmış evin, bi de mutfak olarak kullandığı bir tezgahı. alt yapısı da yokmuş evin. medeniyetten biraz uzakmış ev. suyu hemen evin dibinden geçen küçük dereden alırmış adam. her gün kova taşımaktan yorulunca bi su kanalı yapmış ufak, evin içine su getirmiş. bi de sistem yapmış istediği zaman suyu kaynağından açıp kapayabiliyomuş. bu sistemi çalıştırabilmek için 1 hafta uğraşmış adam. çalışınca da çok sevinmiş.

adamın yaşadığı yerde hiç kış olmazmış. çok sıcak da olmazmış hiç. en sıcak zamanda sıcaklık gölgede 35 derece olurmuş. adam düşünürmüş "yahu ne güzel bi yer burası, iyi ki burda yaşıyorum". adamın bi de kayığı varmış, denizde de balık bolmuş. 4 günde bir kayığı ile açılıp balık tutarmış. kayığın içinde sallana sallana gezermiş. çok severmiş o sallantıyı. fakat çok sallanınca midesi allak bullak olduğu için ancak 4 günde bir çıkabilirmiş.

evin bahçesinde çeşit çeşit bitki yetiştirirmiş. özellikle yenebilenlerinden. hep bahar olduğu için orda, her zaman yiyecek bişeyler bulabilirmiş bahçesinden. bahçesi bölüm bölümmüş. sağ tarfta ağaçlar, sol tarafta yer bitkileri varmış (nam-ı diğer bostan). bunlar da kendi aralarında grup grupmuş, renklerine göre. çileklerle, domatesler yanyanaymış mesela. erik ağacı da yeşil elma ağacının yanındaymış. sabah kalkınca bahçesinde şöyle bir dolaşır her renkten bir meyve yer sabah yemeğini tamamlarmış. bazen dayanamazmış bazı renklerden iki tane yermiş. çileği mesela bi tane yemek kesmezmiş. öğlenleri çorba içmeyi severmiş. hiç üşenmez iki günde bir çorba yaparmış. akşamların vargeçilmezi ise balıkmış. fakat balıktan başka şeyler de yermiş. hep güzel şeyler. böylece de hep sağlıklı kalırmış. bağırsakları biraz fazla çalışırmış çok fazla meyve yediği için ama "olsun" dermiş, "içimde kalmasından iyidir".

bu adam müziği çok severmiş. "müzik", dermiş "insanı dinlendirir". bi tane darbukası varmış. bazı akşamlar bu darbukayı çalarmış. ama melodi çıkaramazmış pek. çalarken oynamayı öğrenmiş ama. bi yandan düm teke düm teke çalar bi yandan da göbek atarmış. pek eğlenirmiş. melodiye hasret kaldığı günlerden birinde, darbuka çalıp oynarken aklına bi fikir gelmiş. balıkları ve yetiştirdiği bazı şeyleri uygun fiyatlara satarak pilli bi radyo almak istemiş. (medeniyetten uzaktaymış ama o kadar da değilmiş.)

radyo almaya karar verdikten sonra 4 günde bir değil 3 günde bir balığa çıkmaya başlamış. böylece 4 günde bir günlük balık kârı oluyormuş. bu balıkları sata sata sonunda parayı biriktirmiş ve iki düğmeli ve kulaklıklı bir fm radyo almış. turuncu. büyük bir mutluluk ile evine gelmiş. radyonun sesini açmış önce "reset" düğmesine sonra da "scan" düğmesine basmış. ses gelmemiş bir süre, sonra cızırtı gelmiş. bi daha basmış, yine aynısı olmuş. hay bin kunduz, demiş, radyo çekmiyo galiba burda, belki şurda çeker. bahçesinde ve evin içinde bir yandan dolaşmış, bir yandan da radyonun düğmelerine basmış. tam sahildeki kayanın yakınlarında, birden müzik sesi gelmeye başlamış kulaklarına. çook eskilerden bir şarkı kulağını doldurmaya başlamış. kulağına sığmayan şarkı ordan beynine geçmiş. bir hoş etmiş oraları. beyin bu kadar hoş olunca, adamın bedeni de hoşlaşmış ve huşu içinde oraya çökmüş. dinlemiş, dinlemiş şarkıyı. eskilere gitmiş gelmiş, geleceğe bi göz atmış, dönmüş. denizlere bakmış, evine bakmış, su kanalına bakmış. herşey daha bi farklı görünmüş bu müzik ile. çok sevinmiş. gözlerini kapatmış, hayal kurmaya başlamış. tam hayalin başında müzik bitmiş. olsun, demiş içinden, daha güzel şarkılar bile çalar bu radyo. hem artık benim yanımda o, ne güzel oh, demiş. bu sırada duydukları biraz moral bozucuymuş. samimiyetsiz sesi ve kusursuz türkçesi ile bir trt spikeri bir "canlı bağlantı"ya "alo" demek istiyormuş. canlı bağlanan bir kabzımal ile oynanan tabu oyununu bile büyük bir sabırla dinlemiş adam. ne de olsa güzel bir şarkı dinlemek istiyormuş. "canlı bağlantı"dan sonra spiker "son günlerin sevilen aşk şarkısı" olarak yıldız tilbe'nin "sevdim seni köpek gibi ama anca gidersin eşek gibi" adlı şarkısını anons etmiş. adam daha fazla dayanamamış ve scan düğmesine basmış. kısa süren sessizlikten sonra yıldız tilbe'nin güzide sesi kulaklarında yankılanmış. hışımla scan düğmesine yeniden basması farklı bir sonuç doğurmamış. adam yavaşça kulaklıkları çıkarmış kulağından. radyonun üzerine güzelce sarıp kenara koymuş.

buhrana uğrayan adam yavaş yavaş sahile doğru yürümüş. iki palmiye ağacının arasına kurduğu hamağına uzanmış. uzun bir zamandan sonra dinleyebildiği tek güzel şarkıyı söylemeye başlamış. sessiz sessiz, yalnızca dudakları ile mırıldanarak. sevdiği şeyleri teker teker hatırlayarak. fakat şarkının nakaratının ortasında beklenmeyen bir şey olmuş. birden bire söylediği şarkının yıldız tilbe'nin o beyinlere kazınan melodili şarkısına kaydığını faketmiş. derin bir nefes almış ve yeniden söylemeye başlamış şarkıyı en baştan. aynı yere geldiğinde yine aynı şey olmuş. adam çok sinirlenmiş. ama neye sinirleneceğini bilememiş. uzun süredir etmediği okkalı bir küfür için ağzını dolduracakken sol taraftaki kayalıklardan gelen bi ses duymuş. irkilmiş.

sesin geldiği yere doğru yönelmiş adam. bir de bakmış kayalıklara vuran bir sandık var. kim bilir nerelerden gelen bir sandık diye düşünmüş. ama bu sırada bu sandığın burda ne işi var da demiş. suya inmiş. sandığı kıyıya çekmiş. sandığın üstünde almanca yazılar varmış. ve çeşitli damgalar. sandığın tahtaları su çekmekten sünger gibi olmasına rağmen nasıl da bu kadar sağlam durduğuna hayret etmiş. ee üstün alman teknolojisi diye boşuna demiyolar, diye düşünmüş.

sandık pek bi ağırmış. biraz zorladıktan sonra sandığı açabilmiş. içinden iki tane daha kutu çıkmış. bunlar deri kaplıymış ve derileri su yüzünden oldukça yıpranmışmış. kutu olarak adlandırdığımız nesneler aslında birer çanta imiş. adam ilk incelemelerinden bunu anlamış. biri kare prizma şeklinde, yaklaşık 40cm x 40cm x 15 cm boyutlarında imiş. diğeri ise bunun yaklaşık dört katı ve daha yamuk biçimlisi imiş. adam merakla bu çantaları açmaya koyulmuş. kilitli imiş ikisi de. biraz da kaba kuvvet kullanarak çantalardan küçük olanını açmayı başarmış. ve gördükleri karşısında duraklamış. çantanın içi plak doluymuş (çoğunluğu long play). plaklara şöyle bir göz atmış, neler yokmuş ki aralarında, klasikler, chansonlar (fransız şarkısı), operalar ve daha neler neler. o sırada diğer çanta aklına gelmiş. şu yamuk şekilli çanta. yoksa?! demiş. hemen diğer çantayı açmış, biraz zor kullanarak tabii. ve içindekini görür görmez sevinç ile zıplayıp, kumsalda bir iki parende atmış. kurmalı bir gramafonmuş bu çantadan çıkan.

özenle gramafonu çantadan çıkarmış, biraz sarsılmış olduğunu görmüş. kendi kendine iç geçirmiş, umarım radyo olayı gibi olmaz bu da demiş. gramafonu incelediğinde altında almanca olarak "dünyanın en asil kantocusuna. -- sevimli buzağısından" yazıyomuş. buzağı mı? demiş adam. sonra kelimenin anlamını yanlış hatırlamış olabileceğini düşünüp neden olmasın demiş. kurma kolunu biraz çevirdiğinde gramafonun döndüğünü görmüş. çok sevinmiş. hemen plaklar arasından mozart'ı alıp gramafona özenle yerleştirmiş. kurma kolunu çevirirmiş. sonra iğneyi yavaşça kaldırmış. kaldırınca plak dönmeye başlamış. dua ederek iğneyi plağın üzerine yerleştirmiş. o gün olacak ikinci bir buhran hikayeyi mutsuz kılacağından dolayı müzik çalmaya başlamış. dırı dırı dıı dırı dırı dıı dırı dırı dırı dıı şeklinde mozart'ın bir senfonisi gramafonun ses çıkışından biraz hışırtılı da olsa yükselmeye başlamış. adam çok sevinmiş bu duruma ve oley diye bağırmış.